Kurt Savaşları’ndan sonra kurt adamlar ve insanlar gergin bir ateşkes yaptılar ve dünyayı kendi aralarında böldüler. Kurt adamlar ormanları ve ovaları; insanlar da şehirleri ve kasabaları aldı. İnsanlık bir de kendi arasında İşçiler ve Elitler olarak ayrılmıştı. Yiyecek kıtlığı var ve işçiler açlıktan ölüyor. 12 yaşındaki İşçi Ellie hem aç hem de kurt adam bölgesinde mahsur kalmış durumda. Kurt adamlar gerçekten Ellie’nin uyarıldığı kadar korkunç hayvanlar mı yoksa Elitler gerçeği mi saklıyor?
Yaş sınırlaması: 18+ (İçerik Uyarısı: Tecavüz ve Şiddet)
Kurt Savaşları by Michelle Torlot is now available to read on the Galatea app! Read the first two chapters below, or download Galatea for the full experience.

Uygulama, patlayıcı yeni romanlar için en sıcak uygulama olduğu için BBC, Forbes ve The Guardian’dan takdir aldı.

Kitabın tamamını Galatea uygulamasında okuyun!
1
Beni Seç veya Kaybet'in yazarından.
Kurt Savaşları'ndan sonra kurt adamlar ve insanlar gergin bir ateşkes yaptılar ve dünyayı kendi aralarında böldüler. Kurt adamlar ormanları ve ovaları; insanlar da şehirleri ve kasabaları aldı. İnsanlık bir de kendi arasında İşçiler ve Elitler olarak ayrılmıştı. Yiyecek kıtlığı var ve işçiler açlıktan ölüyor. 12 yaşındaki İşçi Ellie hem aç hem de kurt adam bölgesinde mahsur kalmış durumda. Kurt adamlar gerçekten Ellie’nin uyarıldığı kadar korkunç hayvanlar mı yoksa Elitler gerçeği mi saklıyor?
Yaş sınırlaması: 18+ (İçerik Uyarısı: Tecavüz ve Şiddet)
Orijinal Yazar: Michelle Torlot
Devrilmiş ağaç gövdesinin üzerine oturdum, uzaklara baktım. Güneş gökyüzünde alçaktı, tam olarak batmamıştı, etrafa hoş bir parıltı veriyordu.
“Ne yapıyorsun, Ell?”
Yukarı baktığımda ağabeyim Jackson'ın yanımda durduğunu gördüm.
“Sınıra çok yakınsın… Kuralları biliyorsun!” diye beni azarladı.
Gözlerimi devirdim ve ufka doğru baktım.
“Bunu aklından bile geçirme Ell. Bunu düşündüğün için bile seni cezalandıracaklar ve bir ay boyunca yarım kumanya alacaksın.” diye uyardı Jackson.
Gözlerimi devirdim, “hiçbir şeyin yarısı yine hiçbir şey eder.”
Jackson omzumu dürttü.
“Al, aç olduğunu biliyorum,” diye sırıttı.
Eline baktım. Şaşkınlıktan ağzım açık kaldı.
Elindeki bir çeşit işlenmiş yiyecekti. Onu daha önce hiç yememiştik, daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim bile.
“Bu… Bu nedir? Nereden aldın?” elindeki ambalaja bakarken tısladım.
İkiye böldü ve bir yarısını bana uzattı, diğer yarısını kendisi yedi.
“Adı Choc-o-late,” dedi, “ve eğer bilmiyorsan, başını belaya sokamazsın.”
Tatlı tadının tadını çıkararak hızla yemeye başladım. Çok iyiydi!
Kıkırdadım, “sırf sınıra doğru bakıyorum diye beni azarlayana bak.”
Jackson kafasını salladı.
“O başka bu başka, eğer bekçiler seni bulursa, seni oracıkta vururlar.
“Eğer seni bulurlarsa…” ufka doğru işaret etti, “sana ne olacağını Tanrı bilir… söylentiler doğruysa,” diyerek sözlerini noktaladı.
Kafamı salladım ve dudaklarımı büktüm.
“Ne yapacaklarını bilmedikleri kadar fazla yiyecekleri var ve biz… Bizde hiç yok. Onların hayvanları bizden daha iyi besleniyor.”
Neredeyse düşecek olan gözyaşlarımı geri gönderdim.. Jackson üzüntümü görmediği için şükrettim.
Jackson kıkırdadı, “Onlar hayvan Ell.”
Verdiği şeyin sonunu çiğnerken gözlerimi devirdim. Midem hala boştu, ama çikolata biraz iyi gelmişti.
Jackson elini omzuma koydu.
“Hadi kendimizi özletmeden geri dönelim. Biraz uyuman, o saçma fikirleri kafandan atman gerek.”
Ayağa kalktım ve kardeşimin beni çalışma kampına geri götürmesine izin verdim.
Şafakta kalkıp sınıra en yakın kasabadan kalanları topluyor olurduk. Sonra buldozerler gelirdi. Ondan sonra kayaları sürmeye ve dikmeye çalışmadan önce seçerdik.
İyi bir tarım arazisi değildi. Eski bir kasabanın kalıntılarıydı, sınıra fazla yakındı. Ayrıca, yiyecek azdı.
Eğer herhangi bir yiyecek yetiştirebilme şansları varsa, bunun alınması gerekiyordu.
Hayatım boyunca bu böyleydi ve ailemin hayatının büyük kısmı da böyle geçmişti. Savaştan sonra, insanlar şehirleri ve kasabaları aldı. Kurt adamlar ormanları ve ovaları aldı.
Otlayan sığırları, meyve bahçelerini, ekinlerle dolu tarlaları görmek için sınıra bakmanız yeterliydi.
Kasabaların hepsi çok iyiydi ama oralarda yiyecek yetiştiremiyordun. Yiyecek yetiştirilebilecek tek yer insan yapımı parklardı. Oralar da zaten yiyecek yetiştirmek için kullanılmıştı. Yeterince park yoktu.
Ailemiz öldüğünde kardeşimle hayatta kalmamızın tek sebebi çalışma kamplarıydı.
12 saat çalıştın, bir öğün yemeğin var. Eğer buna yemek diyebilirsen. İçinde sebzesinden daha fazla su olan sebze yahnisi ve bir yatak.
Eğer yiyecek çalarken yakalandıysan, anında ölüm cezasına çarptırılıyordun. Sınırı geçmek de aynıydı. Kurt adamlar seni öldürmezse bekçiler öldürürdü.
İnsanlar için hayat cehennem gibiydi. Sınırı geçip biraz yiyecek çalıp geri getirmek için riske değmiş olmalıydı
Daha fazla yiyecek bulmanın bir yolunu bulamazsak, insan ırkı açlıktan ölecekti.
Kampa geri dönerken bekçiler bize biraz şüpheli baktı. Sadece başımızı eğdik. Yatakların olduğu beton eve döndüğümüzde ranzalarımıza yöneldik.
Çoğunlukla aileler birlikte yatardı. Eğer tek başınaysan ya erkeklerle ya da kadınlarla yatardın. Cinsiyetine bağlı olarak. Sanırım Jackson'la şanslıydık, birbirimize sahiptik.
Ranzaya uzandım ve Jackson yatağın kenarına oturdu. Ben uyuyana kadar hep böyle yapardı.
“Açlıktan öldüğümüzü biliyorlar mı sence?” diye fısıldadım.
Jackson kaşlarını çattı, “Kim?”
“Kurt adamlar” sesimi alçaltmadan önce tereddüt ettim.
Jackson kafasını salladı ve kaşlarını çattı.
“Boşver Ellie. Onlar hakkında konuşmamalısın bile.”
İç çektim ve gözlerimi kapattım.
Jackson'ın iyiliğimi istediğini biliyordum, ama açlıktan ya da bir hastalıktan öleceksem lanetlenmiştim çünkü vücudum bununla savaşacak kadar güçlü değildi.
Sonunda uykuya daldım, ama uzun sürmedi. Açlıktan dolayı midemi kemiren ağrılar beni uyandırdı.
Garip şekilde ranzasında olmayan Jackson hariç herkes hala uyuyordu.
Daha önce paylaştığımız çikolata barı düşündüm. Jackson yiyecek mi çalıyordu? Nasıl bu kadar pervasız olabilmişti? Sonra aklıma sınır geldi. Eğer bunu yapacaksam, şimdi olmak zorundaydı.
Jackson bunu anlardı. Geceleri daha az bekçi olurdu. Sınırı geçip geri dönebilirdim. Yemek için saklayacak bir yer bul. O zaman Jackson'la paylaşabilirdik.
Denize düşen yılana sarılır. Ben de öyle yapacaktım.. Herkes öyle yapacaktı. Gerçek anlamda açlıktan ölüyorduk. Herkes mi bilemem ama insan ırkının en aşağısıydık.
Alt düzey manuel çalışanlar. Tek kullanımlıktık.
Bacaklarımı yatağın üzerine attım ve uzun koyu saçlarımı hızlıca at kuyruğu yaptım. Sonra beton evden sıvışmadan önce yatağın altından küçük bir sırt çantası aldım.
Kıyafetlerim koyu renkti, bu yüzden gölgelerde saklanabildim. Karanlığa karıştığı için saç rengime şükrettim. Sadece Ay yolu aydınlatıyordu.
Bunu bir süredir planlıyordum. Bekçilerin tam olarak nerede olacağını biliyordum. Her zaman aynı rotada olur, çevreyi ve sınırı kontrol ederlerdi.
Bekçinin kampın diğer ucuna doğru yürümesini izleyip sınıra doğru ilerledim.
Sınır muhafızı bir sonraki kontrol noktasına gidene kadar gölgelerde saklandım.
Neyse ki sınır çitle çevrilmemişti. Sadece bir sıra boyalı kaya vardı. Ne de olsa herkes sınırı aşmaması gerektiğini biliyordu. Ancak ben bu gece kuralları göz ardı edecektim. Bu gece yiyecek bir şeyler bulacaktım.
Sınırı aşmak beklediğimden daha kolaydı. Bekçiler muhtemelen kimsenin karşıya geçmeye çalışmasını beklemiyorlardı.
Beton evde kalanların çoğu, küçük yaşlardan itibaren beyinlerine girilen çocuklardı neticede.
Kurallar, cezalar, ama en önemlisi kurt adamlar bebeklerin etiyle ziyafet çeken canavarlardı.
Hepimiz yetimdik. Anne ve babalarımız ateşten ya da açlıktan ölmüştü. Bazıları bekçiler tarafından öldürülmüştü, sırf çocukları için fazladan yiyecek çalmaya çalıştılar diye.
Bizimkiler ateşten ölmüştü. Dört yıldır hayatım böyleydi. Yorgunluktan bayılana kadar çalışırdım. Jackson benden büyüktü ve daha güçlüydü.
Bu onun buradaki son yılıydı, ondan sonra yalnızdım. Jackson, firar etmezse koruma eğitimine gönderilecekti. Geceleri ortadan kayboluşlarının bununla bir ilgisi var mı diye merak ediyordum.
Gece gittiğini bildiğimi bilmiyordu ama biliyordum. Sadece nereye gittiğini bilmiyordum.
Sınırın diğer tarafındaki zemin bizimkine benziyordu, kazılması zor sert kil Betonla karıştırılmış olduğunu tahmin ettim.
100 metre kadar içeri girince, sert kil balçıklı hale geldi, o zaman bitkilerin çıktığını görebiliyordunuz. Çoğunlukla yabani otlar, ama sonra yemyeşil çimler başlıyordu.
Eğildim ve parmaklarımı gezdirdim. Daha önce hiç ota dokunmamıştım. Küçükken resimler görmüştüm, ama hiç dokunmamıştım ya da koklamamıştım. Kendine has bir kokusu vardı.
Kendi kendime gülümsemeden edemedim. Babam hayattayken bize hep ders verirdi. “Çimler diğer tarafta her zaman daha yeşildir.” derdi.
Yani sahip olduğumuz şeyler için şükretmeliyiz. Gerçek şu ki, geldiğimiz yerde çimenler yoktu.
Kurt adam bölgesine doğru yol aldım. Alçakta ve olabildiğince sessiz.
Jackson fark etmemişti ama bu canavar denen şeyleri görmüştüm. En son boşalttığımız binada bir kitap ve bir çift dürbün bulmuştum.
Dürbünü ceketime sokmuştum ve kitaba bakıyordum. Bekçiler dürbünü fark etmemişlerdi ama daha sonra o gün programsız bir mola verdiğim için dayak yemiştim.
Sadece beş dakikalık bir şeydi, ama kural kuraldı. Dürbünü bulsalardı çok daha kötü olurdu.
Birkaç gün sonra, işten sonra dürbünü kullanmıştım. Bekçiler farklı bir kontrol noktasındaydı, ama hava hala aydınlıktı.
Onları o zaman gördüm. Tarlada çalışıyorlardı. Bizden farklı görünmüyorlardı, daha uzun, daha kaslı olmaları dışında.
Neden onlardan nefret etmemiz gerekiyordu ki? Bizden gerçekten farklılar mıydı?
İşte o zaman karşıya geçmeye karar verdim. Bol bol yiyecekleri vardı, bizim yoktu. Canavara benzemiyorlardı, en azından uzaktan.
Onlardan bir iz yoktu tabii ki. Aklı başında herhangi bir birey, kurt adam ya da insan, gecenin bu saatinde yatakta olurdu.
Onların bölgesinde biraz daha ilerledim, sonra uzakta onu gördüm. Bir bina. Ahıra benziyordu. Daha ziyade hayvanların konduğu bir kümese.
Çabucak etrafa baktım, kimse yok gibiydi, bu yüzden binaya doğru yöneldim.
Ahır olduğu varsayımında haklıydım. Kapıyı kaydırarak ay ışığının içeri süzülmesi sağladım.
Neredeyse sevinçten haykıracaktım. Turnayı gözünden vurmuştum. İçeride meyve ve sebze torbaları vardı. Ayrıca içinde bayat ekmek gibi bir şey olan bir kutu. Bir elma aldım ve ısırdım.
Daha önce hiç elma yememiştim ama resmini görmüştüm. İçi kahverengi ve bazı yerleri yumuşaktı. Tadı güzeldi.
Başladığım elmayı yerken avuç dolusu meyve sebze alıp sırt çantama doldurdum. Sonra bayat ekmeklerden aldım. Sertti, olması gerektiği gibi yumuşak değildi, ama küflü değildi.
Biraz yedim. Elma kadar güzel değildi ama öyle bir durumda umduğunu değil bulduğunu yersin.
Sebzeler havuç gibi görünüyordu. Bazıları küçüktü, bazıları da şekilsiz. Bir tanesini ısırdım. Bunda yanlış bir şey yok. Neredeyse ağzına kadar dolmuş olan sırt çantama birkaç tane koydum.
Çantamı sırtıma takıp bir elma ve bir parça ekmek daha aldım ve kapıya yöneldim.
İşte o zaman duydum. Bir uluma, ardından bir tane daha.
Koştum, kalbim göğsümden fırlamak üzere, sınıra doğru geri döndüm.
Kitabın tamamını Galatea uygulamasında okuyun!
2
Çok koştum, arkama bakmaya cesaret edemedim. Belki de normal insanlar geceleri canavara dönüşmüştür. Belki de normal insanların arasında yaşıyorlardı. Lanet olsun, bilmiyordum.
Bize kuralları öğreten denetçilerin bilip bilmediğini merak ettim. Eğer biliyorlarsa da, söylemediler. Bizi korkutmaya yetecek kadar. “Merak kediyi öldürürmüş” atasözündeki gibi.. Bu benim sonum olacaktı.
Sınıra yaklaştıkça dondum kaldım. Nöbetçileri ve bağrışları duyabiliyordum. Ulumaları da duymuş olmalılar. Şimdi geri dönseydim, ölmüş olurdum. Burada kalsaydım ölmüş olurdum.
Yüksek sesle patlayan bir silah ve kolumdaki keskin ağrı kararı benim için vermiş oldu. Elimi koluma dayayarak sınırdan kaçtım. Kolumdan akan sıvıyı hissedebiliyordum.
Görebildiğim tek canavar silah kullanan manyaklar olduğu için şükrediyordum. Aklıma gelen tek şeyi yaptım, kurt adam bölgesine geri döndüm. Saklanacak bir yer bulmam gerekiyordu.
Ufku çabucak taradım. Ekin tarlalarını ve ahırı geçince orman vardı. Sabaha kadar orada saklanırdım.
Sınırdan mermilerin menzilinin dışında kalacak kadar uzaktayken kolumu kontrol ettim. Pek iyi görünmüyordu. Elim kan akışını pek engelleyememişti.
Üstümdeki yeleğin bazı malzemelerini koparıp koluma sardım. Kan akışını durdurmak için olabildiğince sıkı bağladım.
Ağaçlık çizginin kenarına vardığımda, hafif bir şekilde başım dönüyordu.
Ortalık ürkütücü şekilde sessizdi. Ay, ağaç gölgeliğinde canlı bir şekilde parlıyordu ve yere insanı ürperten bir parıltı veriyordu.
Yere oturdum ve sırt çantamı çıkardım. Ağaca yaslanarak, bir an için gözlerimi kapattım.
Bir dal kopma sesi duyduğumda gözlerim aniden açıldı.
Önümde bir adam duruyordu. Bir adam dediğime bakmayın, daha çok bir deve benziyordu.
Sırt çantasına baktı, sonra bana baktı. Gözleri kısıldı.
“Burada ne yapıyorsun, insan?”
Kalbimin hızlanmaya başladığını hissettim, ağzım aniden kurudu.
“Ben… ben…” kekeledim.
Bir adım daha yaklaştı. O yaklaşırken, kendimi ağaca iyice ittim. İşe yaradığından değil ama kaçmama imkan yoktu. Dizlerimin bağı çözüldü.
“Yaralısın,” dedi.
Koluma baktım. Derme çatma bandaj çoktan kanla sırılsıklam olmuştu.
Buraya kadardı. Ya kan kaybından ölecektim ya da önümdeki adam ya da canavar beni öldürecekti.
Bizi uyardıkları canavar o muydu? Bana insan olarak hitap etmesi bana onun kurt adam olduğunu düşündürdü. Neden bizden pek farklı görünmüyordu? Çok büyük olduğunu bir kez daha anladım.
Sadece uzun değil, aynı zamanda kaslıydı.
Omuzlarına dökülen açık tüylü saçları ve düzgünce kesilmiş aynı renkte bir sakalı vardı.
Yanımda diz çökmesini sessizce izledim. Kolumu nazikçe ama sıkıca tuttu ve derme çatma bandajı sökmeye başladı.
Kaşlarını çattı, sonra bana baktı.
“Siz kendi insanlarınız sizi vurdu!” diye bağırdı.
Başını salladım. Asla geri dönemeyeceğim fark edince gözlerimde yaşlar birikti. Ölüm dileğim olmadan olmaz. Gözlerimi kapattım. Gözyaşı dökmek istemedim.
Güçlü gibi görünmek zorundaydım, olmasam bile.
Çenemi sıktım ve derin bir nefes aldım.
Tekrar açtığımda, adam tişörtünü çıkarıyordu.
“Bu biraz acıtabilir, yavru,” dedi.
Tişörtü yırttı ve kolumu bağlamaya başladı.
Derme çatma bandajı bağladığı zaman inleme gibi çıkan ağlamamı bastırmaya çalıştım.
Gözleri sırt çantama takıldı. Onu yakalamaya çalıştım ama çok hızlıydı ve onu kaptı.
Çantayı açınca yüzü iğrenen bir ifadeyle buruştu..
“Neden çürümüş yiyecek çalıyorsun?” diye sordu.
Kaşlarımı çattım, “sahip olduğumuzdan daha iyi.”
Bana baktı ve ayağa kalkıp tepeme dikilirken başını salladı.
“Ayağa kalkabilir misin?” diye sordu.
Başımı sallayıp arkamdaki ağaca doğru yaslandım. Ayağa kalktığımda bacaklarımın ne kadar titrek olduğunu fark ettim. Gerçekten o kadar kan kaybetmiş miydim?
Sırt çantasına baktı ve fırlattı. Sonra bana doğru bir adım attı. Ne yaptığını anlayamadan beni küçük bir çocuk gibi kucakladı. Beni kalçasının üstüne yerleştirdi.
“Hey!” bağırdım.
Bir yumruk patlatmayı düşündüm, ama sonra aklıma daha iyi bir fikir geldi.
“Yavru, yürümene izin verirsem şafağa kadar geri dönemeyeceğiz ve o koluna bakılması gerekiyor.” diye kızdı.
İç çektim. Haklıydı, ama beni nereye götürüyordu ve daha da önemlisi, oraya vardığımda ne olacaktı?
Elimi omzuna yasladım. Hayal gücüm müydü yoksa teni sıcak mıydı?
Sırıttı.
“Vücut ısımız doğal olarak sizinkinden daha yüksek. İnsan liderlerinin sana bunu söylediğini sanmıyorum, yavrum?”
Kafamı salladım, “bize pek bir şey söylemediler, canavar olduğunuz dışında.”
Bana baktı. Lanet olsun! Bunu söylememeliydim. Muhtemelen hiç düşünmeden beni ikiye ayırabilirdi ve sonuçta ben düşmandım.
Bakışları biraz yumuşadı.
“Merak etmeyin, yavrulara zarar vermeyiz, doğamızda yok. Belki de canavarların kim olduğunu düşündüğünüzde bunu düşünmelisiniz.” diye söylendi.
Yere baktım.
“Üzgünüm” diye mırıldandım.
Haklı olduğu bir nokta vardı. Kendi türüm tarafından vurulmuş ve düşman tarafından kurtarılmıştım. En azından şimdilik kurtarılmıştım.
Gülümsedi, sonra yavaşça yüzüme düşmüş bir saç telini savuşturdu.
“Adın ne yavrum?”
“E… Ellie,” kekeledim.
“Küçük Ellie, sıkı tutunup gözlerini kapatsan iyi olur. Koşacağım ve eğer sen gözlerini açık tutarsan biraz miden bulanabilir.”
“İhtiyacım olan son şey sırtımda kusman.”
Ellerimi omuzlarının üzerine koydum ve elini sırtımda hissettim, beni yerinde tuttu.
Onun önerdiği gibi yaptım ve gözlerimi kapattım. Üzerine kussam ne yapardı Tanrı bilir.
Ne kadar hızlı koştuğundan emin değilim ama rüzgarın saçımdan akıp geçtiğini hissedebiliyordum. Aynı zamanda nefesim vücudumdan alınmış gibi hissettim.
Durduğunda sadece 10 dakikadır koşuyordu.
Kıkırdadığını duydum.
“Artık gözlerini açabilirsin, yavru.”
Yavaşça gözlerimi açtım. Gözlerimi açınca nefesim kesildi.
Daha önce olduğumuz yerin yakınında bile değildik. Etrafa baktım, sınırdan eser yoktu. Onun yerine önümde büyük bir ev duruyordu.
Çok büyüktü. Yaklaşık üç katı vardı. Etrafta başka küçük binalar da vardı, ama insan ya da kurt adam yoktu. Sonra gecenin bir yarısı olduğunu fark ettim.
Yüzüne baktığımda gözleri simsiyah parladı. Normal göz rengi farklıydı. Nefesim kesildi ve gerildim. Şimdi bir tür canavara mı dönüşecekti?
Benzim attı ve kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi hissettim.
Birkaç dakika sonra gözleri normale döndü.
Ne olduğunu anlamış olmalı, çünkü sırtımı nazikçe okşadı.
“Bir şey yok yavru, panik yapma.”
Alt dudağımı ısırdım.
“G… Gözlerin…” kekeledim.
Kitabın tamamını Galatea uygulamasında okuyun!