logo
GALATEA
(30.7K)
FREE – on the App Store

Mason

İngiltere’nin en güçlü adamlarından biri olan Mason Campbell soğuk ve sert bir kişiliğe sahipti. Kimseden özür dilemezdi. Rüzgâr adının fısıltılarını taşısa, herkes korkudan titrerdi. Acımasız, merhametsiz ve kimseyiaffetmeyen biri olarak nam salmıştı. Lauren Hart onun asistanı olarak yeni çalışmaya başladığında kendini onun öfke nöbetlerine, nefretine ve kibrine hedef olarak buldu.. Erkekler tarafından kıskanılan ve kadınlar tarafından arzulanan Mason Campbell için çalışmasaydı hayatı daha iyi olurdu. Ama Mason’ın gözü ondan başka kimseyi görmüyordu, özellikle de geri çeviremediği bir anlaşma yaptığında.

Yaş Sınırlaması: 18+ (İstismar, Cinsel İstismar)

 

Mason by Forevertoofar is now available to read on the Galatea app! Read the first two chapters below, or download Galatea for the full experience.

 


 

Uygulama, patlayıcı yeni romanlar için en sıcak uygulama olduğu için BBC, Forbes ve The Guardian’dan takdir aldı.

Ali Albazaz, Founder and CEO of Inkitt, on BBC The Five-Month-Old Storytelling App Galatea Is Already A Multimillion-Dollar Business Paulo Coelho tells readers: buy my book after you've read it – if you liked it

Kitabın tamamını Galatea uygulamasında okuyun!

1

ÖZET

İngiltere'nin en güçlü adamlarından biri olan Mason Campbell soğuk ve sert bir kişiliğe sahipti. Kimseden özür dilemezdi. Rüzgâr adının fısıltılarını taşısa, herkes korkudan titrerdi. Acımasız, merhametsiz ve kimseyiaffetmeyen biri olarak nam salmıştı. Lauren Hart onun asistanı olarak yeni çalışmaya başladığında kendini onun öfke nöbetlerine, nefretine ve kibrine hedef olarak buldu.. Erkekler tarafından kıskanılan ve kadınlar tarafından arzulanan Mason Campbell için çalışmasaydı hayatı daha iyi olurdu. Ama Mason'ın gözü ondan başka kimseyi görmüyordu, özellikle de geri çeviremediği bir anlaşma yaptığında.

Yaş Sınırlaması: 18+ (İstismar, Cinsel İstismar)

Orijinal Yazar: Forevertoofar

Oda arkadaşım Beth oturma odamızda bir ileri bir geri gidişimi izlerken “Sakin ol,” dedi.

Şu ana kadar 30 dakikadır gergin ve endişeli bir şekilde volta atıyordum.

“Mülakatında başarılı olacaksın,” diye ekledi cesaret verici bir gülümsemeyle.

Ona şöyle bir baktım. “Bu normal bir görüşme değil!”

Elimi sinirle saçlarımdan geçirdim.

“Tanrı ile mi mülakata gireceksin ?”

Sorusu ona deliymiş gibi bakmama neden oldu.

Böyle bir şey söylediğine göre delirdiği belliydi.

Bu mülakat hakkında ne hissettiğimi bilemezdi.

Her şey ona bağlıydı.

“Hayır, ama en güçlü adamla mülakata gireceğim,” diye hatırlattım.

Mason Campbell dünyanın en güçlü adamlarından biriydi. İngiltere'nin en güçlü adamıydı.

Kimse itiraf etmeyi sevmezdi ama Kraliçe'den bile daha güçlüydü.

Bu kadar genç yaşta herkesten daha fazla paraya sahipti.

Dünyanın dört bir yanında yaklaşık bin işçisi olan birkaç şirket kurmuştu.

Soğuk ve ürkütücü olduğu için ülkenin her yerinde ondan korkulurdu.

Mason Campbell, ölümün yüzüne gülen adamdı.

Kendi kurallarına göre yaşardı.

Erkeklerin onun yoğun görünüşü karşısında korktuklarını duymuştum ve bununla büyük güce sahip erkekleri kastediyorum.

Ayrıca herhangi birini ortadan kaldırabileceğini ve bir daha asla bulunamayacağını duymuştum.

Bu düşünce beni yeterince korkutmuştu.

“Neden çalışmak için başka bir yer seçmedin?” diye sordu Beth.

“Söylentilere göre kapının arkasında olanlar korkunçmuş.”

“Ayrıca soğuk bakışının bir taşı kırabileceğini ve dünyanın öfkesiyle sallandığını da duydum.”

“Bunu görmek benim için sorun olmaz,” diye cevapladım, kendimi içine soktuğum durumu hafifletmeye çalışarak.

“Bu manzara seni kesinlikle mahveder.” Sesi çok emin geliyordu.

Çenemi kaldırdım.

“Yine de ilgi çekici olurdu.”

“Evet,” başını sallayarak onayladı, sonra da eğlenceli bir şekilde gülümsemeye çalıştı.

“Ama gözleri seni kızartırsa aksini hissedersin.”

Buna gülmek istedim ama yarın için çok gergindim.

Beth'in bu söylentileri nereden aldığı hakkında hiçbir fikrim yoktu, gözlerinin korkunç olduğu konusunda hemfikir olmama rağmen, onlarla kimseyi kızartabileceğini düşünmüyordum.

İnsanlar bazen çok dramatik olabiliyorlar.

“Pof”, bu olasılığı göz ardı ettim.

“Bu sadece bir söylenti, Beth.”

Bakışlarımı takip etti. “Söylentiler bazen doğrudur.”

Onun bakışları altında kıvranma dürtüsüyle mücadele ettim.

“Herkese düşmanıymış gibi davrandığını duydum… Hatta çalışanlarına bile.”

Bu sinirlerimi hoplattı.

Çalışanlarına düşmanı gibi mi davranıyordu? Bu nasıl olurdu ki?

Doğru söyleyip söylemediğini anlayamadım.

Ona kısık gözlerle bir bakış attım.

“O kadar çılgın, biliyorum.”

“Başka bir yerde çalışmayı düşünmen için bir sebep daha.” Ellerimi ellerinin arasına aldı, sonra kollarını göğsüne çaprazlamak için beni serbest bıraktı.

“İşi alacağımdan bile ne kadar eminsin?”

Campbell Endüstri'de çalışmak isteyen bir sürü insan vardı ve bir sürü insanla görüşülecekti.

Sadece birimiz bu işi alabilirdik ve o kişinin ben olabileceğimden ciddi anlamda şüpheliyim.

Bazı kızlar sadece onun peşindeydi, işin değil.

“Yüzde 0 eminim.” Beth gülerek benden bir bakış kazandı.

“Orada çalışmanın iyi bir tarafını göremiyorum. Orası korkunç olmaktan başka bir şey değil. Kontrol ve karanlıktan başka bir şeyle dolu değil.”

“Mason Campbell orayı soğuk ve yasak kılıyor.”

Yastığı göğsüme yaklaştırarak “Hiçbir yer yasak ve hasmane değildir,” dedim.

“Ama mekânda kükreme yankıları olduğunu söylüyorlar.”

“Biliyorsun,” Beth bana baktı, zümrüt bakışları deliciydi.

“Yarın sırf onun huzurunda korkudan sindiğini görmek için orada olmayı çok isterdim,” diye bir kahkahayla bitirdi.

“Kapa çeneni.” Ona yastığı fırlatarak sırıttım.

“Korkmayacağım. Korkmuyorum.”

Meydan okurcasına kaşını kaldırdı. “Gerçekten mi? Daha önce hiç onun huzuruna çıkmamıştın. Bunun nasıl bir his olduğunu bilemezsin.”

Gerginlik ve çok fazla rahatsızlık, diye düşündüm dudağımı ısırarak.

“Eve ağlayarak gelirsem, şaşırmamalısın bile.”

“Peçeteleri hazır tutacağım.”

“Kaltak, sen öyle bekle.” Ona şakacı bir şekilde baktım.

Gülümsemesi söndü ve bana ciddi bir şekilde baktı.

“Mülakatta iyi olacaksın, Lauren. Özgeçmişin harika. Yüzlerce insan arasından seçileceğine eminim.”

Zayıf bir şekilde gülümsedim. “Umarım öyledir.”

Gerçekten de, çünkü iyi para ödeyen tek iş buydu. Babamın sağlık faturalarını ve tedavi masraflarını karşılayabilecektim.

Parayla çok daha fazlasını yapabilirim.

Ama beni endişelendiren tek şey babamın tıbbi tedavisiydi.

Bana ilk söylediğinde büyük bir darbe gibi gelen dördüncü evre kansere yakalanmıştı.

Annem, ben 10 yaşındayken bizi terk ettikten sonra elimde kalan tek kişi oydu.

Düşününce hala acıyor.

Babam beni büyütmek için çok şey yaşadı ve ona bakma sırası bendeydi.

Sabah beklediğimden daha erken geldi. Sabah altıdan beri ayaktaydım, hazırlanıyordum.

Görüşme 7.30’daydı ve yedide orada olmak istiyordum.

Yataktan sürünerek çıkarken inledim ve banyoya kadar uyuşuk bir şekilde yalpaladım.

Yüzümü yıkadım ve daha az halsiz hissettirmektense faydası çok az oldu, duş almadan önce dişlerimi fırçaladım.

Hazırlanmam 10 dakikamı aldı.

Omurgamı düzelttim ve dizlerime kadar gelen yıpranmış gri eteğimi düzelttim.

Açık mavi bluzum eteğimin içine sıkışmıştı. Yanaklarım pembeydi, ela gözlerime ışıltı saçıyorlardı.

Gözbebeklerim hafifçe yukarı doğru eğimliydi ve kirpiklerle kalın bir şekilde saçılmıştılar.

Kahverengi saçlarımı atkuyruğu yaptım, tek bir teli bile gevşememişti.

Mülakat için yeterince sofistike göründüğümü umuyordum.

Makyaj yapmayı sevmediğim için doğal görünüşümle devam ettim.

Sadece ten rengi ruj sürmüştüm, hepsi bu kadardı. İki yıl önce aldığım eski siyah topuklu ayakkabıları giydim.

Beth'in hala uyuyor olacağını bildiğimden çantamı alıp dairemizden ayrılmadan önce ona bir not bıraktım.

Londra gerçekten soğuktu ve tüm paltolarım gerçekten yıpranmış olduğu için, hiçbirini giyemedim.

İyi görünmek istiyordum, hor görülmek istemedim.

Bir taksiye bindim ve beni nereye götüreceğini söylediğimde şok olmuş görünüyordu.

Beni nereye götüreceğini tekrar sordu, ben de adresi söyledim.

“Gitmek istediğiniz yerin orası olduğuna emin misiniz, hanımefendi?” diye sordu, kendinden emin olmayarak.

“Evet” dedim sinirlenerek.

Daha sonra hiçbir şey söylemedi ama zaman zaman böyle bir yere gittiğime inanamıyormuş gibi dikiz aynasından bana bakarken yakalıyordum.

Campbell Endüstri'nin karşısında arabayı durdurdu ve ona beni neden binanın yakınına bırakmadığını sormak üzereyken dedi ki,

“Üzgünüm hanımefendi, ama binanın yakınında taksiye izin verilmiyor. Sizi buraya bırakmak zorundayım.”

Ağzım “O” şekline dönüşürken, başımı inanamayarak salladım.

Dışarı çıktım ve bluzumu yeniden düzelttim.

Eğer biri durup beni gözlemleyebilseydi, içimden sızan gerginliği görebilirdi.

Campbell Endüstri bana bakıyordu. Yaklaşık altmış katlı büyük bir binaydı.

Büyük, geniş ve korkutucuydu.

Girişte bir güvenlik görevlisinin yanından dikkatlice geçtim ve binaya girdim.

Pahalı, temiz kıyafetleriyle etrafta dolaşan birçok insanla karşılaştım ve ne giydiğim konusunda kendimi bilinçli hissettim.

Sanki tüm dünyayı omuzlarında tutuyor gibi gergin görünüyordular.

Gergin bir şekilde doğrudan resepsiyon görevlisine gittim. Mavi bir elbise içinde zarif bir şekilde giyinmiş kızıl saçlı bir kadındı.

Saçları bile mükemmel yapılmış gibiydi.

Yüzü minimum miktarda makyajla kaplıydı.

Ela gözleri beni süzdü, ifadesi saf bir hoşnutsuzluktu.

“Kahve dükkânı sokağın aşağısında, hanımefendi,” dedi hafif bir İtalyan aksanı imasıyla.

“Ne?” diye sordum, kafam karıştı.

Bana aptalmışım gibi baktı.

“Gitmek istediğiniz yer orası değil mi?”

“Hayır. Mülakat için geldim.”

Kusursuz kaşını kaldırdı, ağzı dik bir şekilde kıvrıldı. ”Ah?”

Beni tekrar süzerek, bakışlarımla tekrar karşılaşmadan önce diliyle cık diye ses çıkardı.

Suratına yumruk atmak istedim. Buraya ait olduğumu düşünmüyordu.

Buna nasıl cüret eder!

Resepsiyonist sahte bir gülümseme takınmadan önce dramatik bir şekilde nefes aldı.

“Yirminci kat. Sola dönün ve kendinizi mülakat için burada olanların arasında bulacaksınız.”

Dudaklarım seğirdi.

Mülakat için çok fazla insan olduğunu ve benim alma şansımın sıfır olduğunu mu ima ediyordu?

Mankafa.

“Teşekkürler,” diye mırıldandım.

“İyi…” Tekrar aşağıdan yukarıya beni süzdü, yüzü ters döndü. “… Şanslar.”

Biraz kırgın hissediyordum, ama kendimi sakinleştirmeye çalıştım ve asansöre doğru ilerledim.

Açılmadan önce birkaç saniye bekledim ve hızla içeri girdim.

Kapanmadan önce bir kargaşa duydum.

Bir kadın güvenlik görevlisi tarafından dışarı sürükleniyordu ve ağlıyordu.

Belli ki sinir krizi geçiriyordu.

“Hayır!” diye bağırdı. “Bunu bana yapamazsınız! Üç yıldır burada çalışıyorum!”

Güvenlik görevlisine karşı mücadele etmeye çalışırken onu izledim.

“Ben sadığım! Bunu bana yapamazsınız!”

Asansör kapanarak, kadının ağlayışlarını ve çığlıklarını engelledi.

Kalp atışlarım hızlandı.

Kadın için üzüldüm.

Her ne yaptıysa, böyle muameleyi hak etmiyordu.

Üç yıldır çalışıyordu!

En azından biraz saygıyı hak ediyordu.

Sırtım duvara çarptı ve gözlerimi kapattım. Nihayetinde bu iyi bir fikir miydi? Ama iyi maaşlı tek yer burasıydı.

Bunu babam için yapıyordum, burada çalışmayı iki kere düşünmemeliydim.

Burada mı çalışmayı mı?! Daha işi almadın bile ve şanslı olanın sen olup olmayacağını bile bilmiyorsun.

Gözlerimi kısarak bu mülakatın başarılı olmasını umdum.

Bunu mahvetmeyi göze alamazdım.

Babamın hayatı söz konusuydu.

Bunu yapamazsın, Lauren.

Sadece sakin olup kendine inanırsan çok iyi iş çıkaracaksın.

Evet, o mülakatta çok başarılı olacağımı biliyorum.

“İnmeyecek misin?” Yanımdaki bir adamın sesi beni ürküttü.

Yirminci kata ulaştığımı fark ettim ve gri takım elbiseli yaşlı adama hızlıca bir özür mırıldandım ve dışarı çıktım.

Solun tamamı büyük bir pencereydi ve Londra'nın muhteşem manzarasına baktım.

Çantamdaki telefonum dışarı çıkıp fotoğraf çekmek için can atıyordu.

Bu olamadan önce, kendime neden burada olduğumu hatırlattım.

Resepsiyonistin bana söylediği talimatları takip ettim ve sözünün eriymiş, çok fazla insan vardı.

O kadar çoklardı ki sonunu bile göremiyordum.

Ve hepsi güzel kıyafetler giyiyordu.

Bir grup kız bana bir bakış attı ve hafifçe güldüklerini duydum.

Yüzümde ne vardı?! Sormak istedim.

Yukarı baktığımda, benim yoluma bakmayı bırakmadıklarını ve bu konuda incelikli olmadıklarını fark ettim.

Kızgın bir şekilde başka yöne baktım.

Sırf benden daha seksi görünmeleri ve daha güzel kıyafetler giymeleri bana böyle davranılması gerektiği anlamına gelmiyordu.

Oturacak bir yer bulmak için tonlarca bedenin arasından geçtim.

Odanın sonunda bir yer gördüm ve oraya doğru ilerledim. Ama ben oturamadan, bir adam benden hızlı davrandı.

Bana omuz silkti, ben de ona dik dik baktım.

Olduğum yere geri dönmek için döndüm ve farkına bile varmadan bedenler tarafından farklı yönlere doğru itiliyordum.

Kendimi gümüş bir kapıdan içeri doğru itilirken buldum.

Kapı otomatik olarak kapandı.

Hiç kımıldamayınca panikledim.

Tekrar denedim ama aynı şey oldu.

Bir türlü kımıldamıyordu.

Lanet olsun!

Nerede olduğumu görmek için arkamı döndüm ve kendimi uzun karartılmış bir koridorda buldum ve sonunda bir asansör vardı.

Rahat bir nefes aldım.

Bir çıkış yolu.

Düğmeye bastığımda kapı kayarak açıldı ve çabucak içeri girdim.

Yirmi birinci düğmeye basmak için uzandım, ama üzerinde Campbell logosu olan yalnızca bir düğme buldum.

Yüzüm asıldı.

Burada hiçbir çıkış yolu olmadan kalmaktansa oraya gitmenin en iyisi olacağına karar vererek, logolu düğmeye bastım.

Kalbim nedense hızla atmaya başladı ve ellerimin hafifçe titrediğini fark ettim.

Burası havasızdı, güçlü ve ürkütücü bir şeyin varlığını hissettim.

Benim sorunum neydi?

Neden bu kadar korkmuş hissediyorum?

Ne oluyor be?

Asansör durdu ve açıldı. İçeri girdiğim gibi hızlıca çıktım.

Belki burada nefes alabilirdim ve burası neresiydi?

Çevremi taradım ve çenem düştü.

–Kelimenin tam anlamıyla.

Ofis devasa ve nefes kesiciydi.

Cilalı ve süslüydü.

Buradaki her şey pahalılıkla haykırıyordu.

Beyaz deri koltuklar parlıyordu ve onları mahvetme ihtimalime karşı onlara dokunmak istemedim.

Buradaki manzara çok daha şaşırtıcıydı.

Gözlerim duvardaki birkaç tabloyu yakaladığında nefesim kesildi ve herkesin konuştuğu şeyin tablolar olduğunu anladım.

Bir milyar pounda mal olmuştur.

Lanet olsun.

Duvarda bir şömine ve büyük bir düz ekran TV vardı.

Kelimenin tam anlamıyla, ofisteki her şey beyazdı, kalemler bile beyazdı.

Her şeyi tarif edemezdim çünkü bu süslü ofis yüzünden birdenbire gözlerimin kör olduğunu fark ettim.

Kapının açıldığını ve birkaç adım sesi duydum.

Daha ne olduğunu anlayamadan, sert bir şekilde yere itiliyordum ve kafamda bir silah hissettim.

Lanet olsun.

Bu tamamen filmlerde olur.

Bunun gerçek olmasına imkân yoktu.

Lanet bir suçlu gibi kafamda bir silahla yerde yatıyor olmamın imkânı yoktu.

Kafamı kaldırmaya çalıştım ama geri itildi.

Ürktüm ve dişlerimi sıktım.

“Beynini patlatmadan önce özel bir ofiste olma nedenini söyle,” diye bağırdı, silahı kafama bastırarak.

Özel ofis mi?

Yasak bölge olduğunu nereden bilebilirdim ki?

“Konuş! Şimdi!”

Korkudan titredim.

“Ben.. Ben kayboldum. Burada olmamam gerektiğini bilmiyordum.

“Üzgünüm, lütfen beni vurmayın,” diye yalvardım, gözlerimi kapatıp Tanrı'ya, yakınımda sevdiklerim olmadan ve kesinlikle burada ölmemem için dua ettim.

“Geri çekil Gideon,” dedi biri, rahat bir şekilde iç çekmemi sağladı.

Kafamın arkasındaki silahı geri çektiğini hissettim.

Yerde kaldım, kalkmak için izin verilip verilmediğimden emin değildim.

Görüyorsunuz ya hayatıma çok değer veriyorum.

“Ayağa kalk.”

İki kere söylenmesine gerek yoktu.

Yerden kalkınca, karşımda duran siyah takım elbiseli, elinde silah olan adamlara yavaşça döndüm.

Gözlerim silahı bana doğrultmuş olanı bulunca titredim.

“Adın ne?”

“Lauren Hart,” çenemi kaldırdım, sesimin bana geldiğinden daha sağlam çıktığını umarak.

“Buraya gelmek istememiştim. Mülakat için buradayım ve bir kapıdan içeri itildim.

“Geri dönemedim ve tek çıkış yolu asansörden geçmekti. Beni buraya getirdi.

“Buraya hırsızlık için geldiğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.”

Kendimi cesur olmaya zorlayarak devam ettim, “Lütfen, bırakın gideyim.”

Birbirlerine baktılar ve gözleriyle iletişim kurduklarını anlamam bir dakikamı bile almadı.

İçlerinden biri ofisten çıkmadan önce lider olduğunu düşündüğüm kişi bir işaret yaptı.

“Öyleyse… Ben gitsem nasıl olur?” gülümsedim ve görüş alanım kapanmadan önce ileriye doğru bir adım attım.

“ya da… Olmaz.” Bir iki adım geri gittim.

“Bakın, artık burada olmam için hiçbir neden yok.

“Size hiçbir şey çalmadığımı söyledim zaten. Bırakın da yoluma devam edeyim. Gitmem gereken bir mülakat var.”

Beni görmezden geldiler.

Sonra…

Titriyordum.

Bir anda hava değişti.

Ofisin soğukluğu beni kavuruyor, kalbimin göğsümde hızlı atmasına sebep oluyordu.

Neredeyse bir duygu patlaması hissedebiliyordum, öfkesini kanıtlamak isteyen güçlü bir kuvvet.

Çantamı sıkıca kavradım, bu his neredeyse ayaklarımı yerden kesecekti.

Onu fark etmeden önce kızgın ayak seslerini duydum.

Yemin ederim…

Ben

Nefes almayı

Bıraktım.

Ayakta, güçlü duruşu nefesimin boğazımda sıkışmasına neden oldu.

Zor nefes alıyordu, geniş, kaslı göğsü sanki az önce bir maraton koşmuş gibi inip kalkıyordu.

Tepeden tırnağa siyah giyinmişti; güçlü kollarını ve göğsünü saran siyah Armani takım elbise, gömlek ve kravat neredeyse canlıymış gibi görünüyordu, herkese onun vahşiliğinden ve ateşliliğinden şüphe etmek için meydan okuyordu.

Çok güzeldi, sanki kendini yontmuş gibiydi; her erkeği ve kadını kıskandıracak elmacık kemikleri, düz burun ve kırmızı dudaklar.

Ve gözleri, aman tanrım, gözleri saf gümüştü.

Hayatımda gördüğüm en yoğun ama soğuk gözlerdi.

Parmaklarını koyu renk saçlarının arasından geçirdi, gümüşgözleri yoluna bakabilecek kadar aptal herhangi bir zavallı ruha parlamaya neredeyse hazırdı.

Göz kamaştırıcı ışığı insanlığın varlığını silecek kadar sıcaktı.

Bu Mason Campbell'dı.

Ülkenin en gaddar adamı.

Yutkundum.

O içeri girerken, adam yolundan çekildi, hareketleri güçlü ve kendinden emindi.

Masasının arkasında oturup bazı dosyaları gözden geçirirken bana bakmadı.

Beş dakika boyunca kimse bir şey söylemedi ve ben yorulmaya başlamıştım ve bacaklarım uyuşmaya başlamıştı.

Kimse beni tanımıyordu ve henüz kimse gitmeme izin vermeye hazır değildi.

Büyük, güçlü elini kaldırıp beni el işaretiyle salmadan beş dakika daha geçti.

Tuttuğum nefesimi bıraktım ve gitmek için döndüğümde Gideon’un adamları ofisten çıkmaya başlarken bana bakışını yakaladım. Midem sarsıldı.

El işaretiyle saldığı ben değildim..

Hepsi gitti ve ben onun güçlü huzurunda yalnızdım.

Doğal davranmaya çalıştım ama lanet olsun başarısız oldum.

Yerimde donmuş halde kaldım, ama kollarımı ve bacaklarımı hareket ettirmeye devam ettim, sırf bu kadar gergin olmayı bırakabilmek için.

Mason Campbell'a bakmak istedim ama eğer yaparsam küle veya taşa dönüşeceğimden korktum.

İkisi de kulağa hiç de iyi gelmiyordu.

“Huzurumu bozmayı bırakın,” Sesi yumuşak, ama soğuk ve ölümcül.

Burada olduğumu bildiğinin farkında bile değildim.

Huzursuzluğunu gizlemek için hiçbir girişimde bulunmayan Mason Campbell, en karanlık bakışını bana, huzurunu bozmaya cesaret eden kıza sabitledi.

“Yoksa bu konuda bir şeyler yaparım.”

Göğsüm o kadar daralmıştı ki zar zor nefes alıyordum.

Korku beni sardı, terkedilmiş bir yerde soğuk ve ölü yatarkenki görüntüm zihnimde canlandı, içimde derin duygular uyandırdı.

Neredeyse külotuma işeyecektim.

“Oturun.”

Bacaklarım titrerken, önündeki sandalyelerden birine oturmakta gecikmedim, onun görüş alanından çıkabilirsem daha güvende olacağıma karar verdim. Ama başka seçeneğim yoktu.

“Neden buradasınız?” diye sordu, üzerine yazdığı kâğıtlardan gözlerini ayırmadan.

El yazısının neye benzediğini görmek için bir göz atmak istedim.

Çirkin miydi? Güzel miydi?

Ama ikincisi olduğunu biliyordum.

O sinirlenmeden önce konuşmak için yerimde kıpırdandım.

Mason Campbell hakkında söylediklerini çok iyi hatırlıyorum.

Hayatında tattığı tek çılgınca yoğun duygu öfke ve kendi kalbinin soğuk karanlığıydı.

O kadar şiddetli bir öfkesi olduğunu söylediler ki insanların kemiklerini ürpertirdi.

Delilik olduğunu düşünüyordum, herkesin onun hakkında söylediği gibi olamayacağını düşünüyordum ama aksini düşünmeye başlamıştım.

“Ben… Ben… Ben…” Korkudan kekeledim, söylemek istediğim cümle kalbimin arkasına saklandı.

Mason yazmayı bıraktı ve aniden bana baktı.

Benimkiyle çarpışan güçlü gümüşgözleri yutkunmama neden oldu.

Kararlı sivri bir bakışla içimde delikler açmaya devam etti.

Başını eğmeden önce “Söylediklerine dikkat et,” dedi.

“Ben… Sizi korkutuyor muyum?”

Konuşmadan önce dudaklarımı yaladım, “Bu hileli bir soru mu?” diye sordum sessizce.

Karşılığında herhangi bir cevap alamadım, ”E…evet.” diye ekledim

Mükemmel bir kaşını kaldırdı.

”Ah?”

“Soğuk gecede ölü olarak yatmama neden olabilecek yanlış bir şey söylemek istemiyorum.

“İnsanlar sizin soğuk sert bir katil olduğunuzu ve kurbanlarınızı öldürmekten ya da onları yok ederek zevk aldığınızı söylüyor.”

Kafama dank edene kadar ne söylediğimin farkında bile değildim.

Gözlerim büyüdü ve bir elimle ağzımı kapattım.

Çenesi kasılırken bir elini yüzüne götürdü.

“Kiminle konuştuğunuzu hatırlasanız iyi olur, Bayan?” diye uyardı gümüşgözlü bakışları buz gibi sert, derin sesi de aynı derecede soğuk.

“Hart,” diye cevap verdim, sesim titriyordu.

“Lauren Hart. Ve tabii ki, Bay Campbell.”

“Bayan Hart, kendimi tekrarlamaktan pek hoşlanmam. Neden buradasınız?” diye ısrar etti, sesi bu sefer daha yüksekti.

Daha yüksek ve çatırdayan öfke ve sabırsızlıkla dolu.

“Bir mülakat için buradayım. Burada olmak istememiştim. Bir kapıya itildim ve tek çıkış yolu beni buraya getiren asansörden geçmekti. Çok üzgünüm.

“Gitmeme izin verme nezaketini gösterirseniz, yoluma bakarım.”

“Nazik değilim,” sanki aşina olmadığı bir kelimeden iğrenmiş gibi konuştu.

“Tabii ki. Yeterince kibar olursanız?”

Dimdik duran Bay Campbell kaşlarını çattı.

Zorlu bir tane.

“Fark etmez.”

Sinir damarlarımda pompalanırken, onun sıcak bakışlarını soğuk bakışlarımla karşıladım.

“Gitmeme izin verecek kadar cömert olursanız? Sizi daha fazla rahatsız etmek istemiyorum.”

“Sözlüğünüz var mı Bayan Hart?” Gözünü kırpmadan sordu.

“Bildiğiniz tek kelimeler bunlar mı?” Ona cevap vermeye kalkıştığımda, önümü kesti.

”Cevap beklemeyen bir soruydu.”

”Ah.”

“Gerçekten,” diye öyle bir tonda cevap verdi ki, benim aptal olduğumu düşünüp düşünmediğini merak ettim.

“Özgeçmişinizi verin bana.”

Uzun ve rahatsız edici bir an için onu inceledim.

“Özgeçmişimi mi görmek istiyorsunuz?”

“İngilizce konuşuyorum, değil mi? Özgeçmişinizi verin.”

O incelerken ona özgeçmişimi çabucak verdim.

“Hmm. Knight'a gitmişsin-açıkçası, iyi notlar almanızı beklemiyordum.

“Sadece iki işiniz olmuş. Burada sıfır deneyim,” diyerek kendi kendine konuştu ve her kelimeyi dikkatlice telaffuz etti.

Yüzü tuhaf bir acıma ve sitem karışımıyla buruştu.

“Buraya geldiğinizde, umarım işi almak için sıfır umudunuz olmuştur.”

“Burada gördüğüm kadarıyla, Campbell Endüstri'de çalışacak kadar deneyimli değilsiniz, Bayan Hart,” diye karşılık verdi, varlığının her zerresi bana aksini söylemem için meydan okurcasına.

Bakışlarıyla çelik gibi bir bakışla karşılaştım, öfkem içimde patlamaya hazırdı.

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve yüzümdeki kasların gerildiğini fark etmemesini umdum.

“Ne? İşi alamıyor muyum?” diye sordum, sözleri ustalıkla kullanılan bir bıçak gibi doğrudan kalbime saplandı.

Buraya geldiğimde hiç şansım olmadığını biliyordum ama bu incinmediğim anlamına gelmiyordu.

İyi bir maaşla mükemmel bir iş almak için tek şansım buydu.

Onunla mülakat yapmamam gerektiğini, beni mülakat için arayanın Mary Warner olduğunu söylemek istedim.

Ama ben bir korkaktım.

“Ağlayacak mısınız?” diye sordu, başını yana doğru eğerek.

“Hayır…. Ben sadece-”

“Güzel, çok güzel. Çünkü gerçeğin üstesinden gelebilecek kadar güçlü olmayan zayıf kadınlardan nefret ederim. DNA'nızı burada bırakmadan önce gözyaşlarınızı silin.”

Kasıldım, alnımdaki bir damar zonklamaya başladı.

“Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim, Bay Campbell.”

Ayağa kalkıp onun lanet ofisinden ve çirkin kişiliğinden ayrılmaya çalışırken kalbim sıcak bir öfkeyle çarpıyordu.

“Ama…bir şey için yeteneklisiniz. Tam da size uygun bir iş fırsatı var. Asistanım olmak ister misiniz? Yine de bu kelimenin aklınıza girmesine izin vermeyin.

“Sadece ayak işlerimi yapacaksınız, telefonlarıma cevap vereceksiniz ve bana çay getireceksiniz. Maaşınız, elbette, fazla olmayacak.”

İçimdeki gerginlik azalıncaya kadar bir dizi uzun ve derin nefes aldım.

“Bay Campbell, eğer-”

“İşinize gelirse. Kendini bu işe atacak bir sürü insan var.”

Gözlerimi kapatarak, burnumu okşadım ve kafamı geri atıp çığlık atma dürtüsünü bastırdım. “Evet, ama-”

Benden yüzünü çevirip önündeki kâğıtlara baktı.

“İyi günler Bayan Hart.”

Bir yanım bunun iyi bir iş olduğunu haykırıyordu, bir yanım da üstüne basılmayı hak etmediğimi haykırıyordu, ama daha yüksek sesle haykıran yanım kazandı.

“Ben alırım! İşi kabul ediyorum.” Dudaklarımı birbirine kenetledim, boğazımda yükselen acıyı yuttum ve bunun yerine onu küçümseyerek gözlerimle baktım.

“Bay Campbell, dinliyor musunuz?

“İşi kabul edeceğimi söyledim.” Tüm vücudum heyecanla çalkalanırken, o beni görmezden gelirken ellerimi masanın altındaki beyaz boğumlu yumruklara kenetledim.

“Pazartesi saat 8'de görüşürüz,”” Dedi bana bakma zahmetine bile girmeden.

“Çok teşekkür ederim! İzin vermem-”

“Çıkabilirsiniz.” diyerek sözümü kesti.

Ne pislikmiş. Sessizce ofisten çıktım, zihnim onunla yaptığım 20 dakikalık konuşmayı tekrar ediyordu ve o dakikalar boyunca bana hiç güzel bir şey söylemedi.

Bir insan nasıl böyle biri için çalışabilir?

Unutma, Lauren. Artık onun için çalışıyorsun. Ah, evet, benim için ne talihsizlik.

İş bulmak için bu kadar umutsuz olmasaydım, onun için çalışmayı kabul etmezdim.

Maaş istediğim düzeyde olmasa bile teklifini kabul edecektim.

İnkâr etmeyecektim, kabul etmemeyi düşünüyordum ama babamı ve tüm bunların onun için olduğunu hatırladım.

Sadece umarım Mason Campbell için çalışırken hayatta kalırım.

 

Kitabın tamamını Galatea uygulamasında okuyun!

2

Campbell Endüstri'deki ilk günüm harika geçti, o kadar harika geçti ki keşke günü tekrar tekrar yaşayabilseydim.

Başınıza gelen en güzel şeyi düşünün, şimdi yüz katıyla çarpın. Ben de öyle hissediyordum.

Alaycılığın farkında mısınız?

Gün böyle geçti.

En son ne zaman işe hazırlanmak ya da aynı anda heyecanlı ve gergin olmak için uyandığımı hatırlayamadım.

Dün gece zar zor uyudum.

Aklım bana Mason Campbell için çalışacağımı söyleyip duruyordu. Bir noktada, bunun bir rüyadan başka bir şey olmadığını düşünerek kendimi çimdikledim.

En iyi arkadaşım ve oda arkadaşım olan Beth’e söylediğimde, yüzüme gülme cüretini göstermiş ve bana yalancı demişti.

Mason'la konuşabileceğime, onunla konuşup onun huzurunda olacak kadar önemli olabileceğime inanmıyordu.

İğrenç bir yerde iş bulduğumu düşündü ve ona bundan bahsetmek istemediğimi ve Campbell Endüstri'de çalıştığımı söylemeye başvurduğumu düşünüyordu.

Derinden aşağılanmadım dersem, yalan söylemiş olurum.

Mason yaklaşılamayan bir tanrıymış gibi konuşuyordu.

Ama size bir şey söyleyeyim, Mason bir Tanrı ya da Melek değildi.

O, çocuklara şekerler dağıtıp, herkesin midesinde sıcaklık hissettirecek güzel sözler söyleyecek biri değildi.

O Şeytandı.

Mason küçük çocuklardan şeker alıp onların önünde yiyecek biriydi.

Sizi hareket halindeki bir arabanın önüne itecek biriydi.

Herhangi birine kalp krizi geçirtecek ya da kalplerinde iz bırakacak kadar birkaç kelime söyleyecek biriydi.

Ama onda iyi bir şey vardı.

İnkâr edemeyeceğim güzel bir manzaraydı.

Güzel adamlar neden kaba, soğuk ve kalpsiz olurdu? Tecrübelerimden yola çıkarak konuşuyorum.

Birkaç yıl önce sahip olduğum son güzel erkek arkadaşım beni aldattı.

Sıkıcı ve talepkar olduğumu söylemişti. Pislik.

Tamam, belki de bu yeterli bir sebep değildi.

Peki ya gülümseyip karşılığında soğuk tepki aldığım o güzel adamlara ne demeli?

Her neyse, Mason aralarındaki en büyük adiydi.

Adi, düpedüz zeki olmadığımı söyledi. Okulumla dalga geçmeye cüret etti.

Sıfır deneyime sahip olmam hakkında söylediklerine kıyasla her şey çok güzeldi.

Onun için çalışmanın ne kadar korkunç olacağını sadece hayal edebiliyordum.

Belki geçen sefer morali bozuktu? Belki de o kadar da kötü değildi ve ben onu yanlış değerlendirmiştim.

Nasıl biri olursa olsun, birlikte çalıştığı en iyi asistan ben olacaktım.

Bana saldırması ve beni küçümsemesi için ona bir sebep vermeyecektim.

Erken uyandım, giyindim ve mutlu cesur yüzümü takındım.

Beth'i uyandırıp gittiğimi söylemeye zahmet etmedim çünkü kaltak hoşlanmayacağım bir şey söyleyebilir, her şeyimi aldım ve dairemizden çıktım.

Bence, giydiğim şey dolabımda bulabildiğim en iyi şeydi.

Bir düğün ya da özel bir durum için güzel bir elbise giyebilirdim ama işe giderken giydiğime inanamıyordum.

CE’ye adım attığımda gördüğüm düşmanlığa da inanamadım.

Görünüşe göre patronun yeni asistanı olduğum duyulmuştu.

Bu bir süredir olmamıştı.

Aldığım birkaç bakışı görmezden gelerek terli parmağımı beni Bay Campbell'ın katına götürecek düğmeye bastım.

Kapı açıldığı anda, dışarı çıktım, adımlarım gergindi ve kendi aklı olsaydı, oradan fırlar ve beni bacaksız bırakırdı.

Binaya adımımı attığımda nereye gideceğimi bilmiyordum.

Bay Campbell'ın ofisine girip masamın nerede olduğunu öğrenmeyi isteyemezdim.

Ayrıca, henüz burada olduğunu düşünmemiştim.

“Lauren Hart mı?”

Adımı duyunca döndüm ve güzel bir kadınla yüz yüze geldim.

Çok güzeldi ve çok iyi giyinmişti. Onu kıskanmıştım.

Tek istediğim saçını çekip eteğini ve bluzunu mahvetmekti.

Bu kadını mahvetmek istedim ama nedenini bilmiyordum.

Ah, nedenini biliyordum. Benden çok daha iyi görünüyordu.

Bana baktığında ne gördüğünü Tanrı bilir.

Ben, kendime baktığımda ne gördüğümü biliyorum.

24 ya da 25 yaşında gibi görünüyor.

“Evet?” diye kibarca cevap verdim. Bir gülümseme bile verdim.

O geri gülümsedi mi? Hayır.

“Benim adım Jade. Seni bu kadar erken burada gördüğüme biraz şaşırdım, bu iyi bir şey olsa da. Bay Campbell, çalışanlarının işe geç gelmesinden hoşlanmaz.”

“Sen benden biraz daha erken gelmedin mi kaltak?” demek istedim ama onun yerine yine gülümsedim.

“Eminim kimse hoşlanmaz. Her zaman erken kalkan biri olmam iyi bir şey.

“Bay Campbell'ın geç kalmam konusunda endişelenmesine gerek yok.”

“Hmm.” Kalemini çiğnerken başını salladı ve gördüğü şeyden hoşlanmadan bana bir bakış daha vermeye karar verdi.

“Kimse bana Bay Campbell'ın yeni asistanının neye benzediğini söylemedi, ama biraz hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. Hayal ettiğimden çok daha fazlasını bekliyordum. Ama sanırım sana acıdı.

“Onun yerinde olsam, ben de sana acırdım.”

Onu mahveden çiziklerle, onu öldürmek ve çürümüş cesedinin sadece kemikler ve kafatası olacağı bir yerin altına gömmek istedim.

Patron ve çalışanların hepsi aynı mıydı?

Hepsi herkesten daha iyi gibi davranıyor.

Genişçe gülümsedim.

“Sanırım kimsede görmediğini gördü. O zaman şanslı olmalıyım.”

Yüzündeki öldürücü ifade beni biraz tatmin etti.

“Her neyse. Beni takip et, sana masanı göstereyim.”

Onun arkasından yakından takip ettim, gözlerim arkasından hançerler dikiyordu.

Döndüğü anda yüzüme tatlı bir gülümseme yapıştırdım.

Üzerinde beyaz bir dizüstü bilgisayar olan bir masayı işaret etti.

Masa, büyük bir çift kapının yanında duvara doğru itilmişti.

“Sen burada oturuyor olacaksın,” dedi.

“Masana kişisel sadece bir şey koyabilirsin çünkü Bay Campbell bundan pek hoşlanmıyor. Senin işin telefona cevap vermek ve görevlerini tamamlamak.

“Anladın mı?”

“Evet.”

“Çok iyi. Campbell Endüstri'ye hoş geldin. Bakalım ne kadar dayanacaksın.”

Dilimi ısırdım ve burnumdan nefes almak için zorladım.

“Seni temin ederim ki senden daha uzun sürer.”

Kaşlarının seğirmesini izledim ama hiçbir şey söylemedi. Beni yerleşmeye bırakarak uzaklaştı.

Bay Campbell'ın insanı girdabına çekmeye hazır bir fırtına gibi içeri girmesi 30 dakika sürmedi.

Yüzünde hiçbir duygu yoktu ve o taş gibi gözler insanın varlığını durdurabilirdi.

Kollarının, göğsünün ve bacaklarının katıksız kaslarından gözlerimi ayıramadan donakaldım.

Mavi Armani takımının vücuduna ikinci bir deri gibi yapışmış hali.

Yürürken hareketlerinde mükemmel bir öldürücülük ve yırtıcılık vardı.

Kalbim büyülenmiş bir şekilde çarpıyordu.

Güçlü bir adamdı, her yönden inanılmazdı ve şimdi onu sadece görerek, ihtişamıyla neredeyse dizlerimin üstüne çöküyordum.

Sanki onu ilk kez görüyor gibiydim.

Herkes ona günaydın şeklinde başını salladı, ama o onları görmezden geldi ve ofisine girerken daha önce hiç kimsede görmediğim bir zarafetle yanımdan geçti.

O çok kabaydı.

Cesaretimi toplayıp ofisine yaklaşmadan önce birkaç dakika masamda kaldım.

Kapısını çaldım. Bir, iki kez ve karşılığında hiçbir yanıt almadım.

Yine kapıyı çaldım.

Bu sefer yüksek sesle.

“Ne?!” Sesi derin ve sağır ediciydi.

Binanın içinde güçlü bir şekilde gümbürdüyormuş gibi geldi.

Boğazıma kadar yükselen ödümü yutarak tokmağı çevirdim ve kapıyı iterek açtım.

Soğuk ofisine girdim ve kapıyı ardımdan kapattım.

“Günaydın efendim,” diye selam verdim, kalbim göğsümde çarpıyordu.

Bay Campbell bana bakmak için yavaşça başını kaldırdı.

Hayal edebileceğimden daha korkutucu görünüyordu ve o gümüşgözler üzerime sabitlendiğinde vücudumu sallayan ürpertiyi kontrol edemedim.

Bakışlarında tanıdık bir şey yoktu.

Nefesimi içime çektim.

Bakışları üzerimde dolaşıyordu, neredeyse tembel bir hareketçe.

Can sıkıntısı hissettim. Rahatsızlık hissettim.

Neredeyse buzlu olan bir mesafe onu ayırdı.

Gözlerimiz kilitli kaldı, uzun ve sinir bozucu bir an için.

O anda yüzlerce duygu içimden geçti. Sanki dünyadaki her şey durmuş gibiydi.

Bu adam…ok korkutucuydu. Ve ben yanlışlıkla ruhumu ona satmış olabilirim.

“Evet? Yardımcı olabilir miyim?” diye bağırdı.

Ona baktım, ne demek istediğini anlayamadım? Bana ihtiyacı olana kadar onu selamlamaya gelmeme iznim yok muydu?

Ben bir şey söyleyemeden bana daha fazla soru sordu.

“Buraya nasıl geldin? Seni kim içeri aldı?” bir interkoma bastı ve onunla konuştu.

“Bu kadını kim içeri aldı?

“Ofisime herhangi bir yabancının girmesine izin vermen için mi sana para ödüyorum? —Hangi kadın diye mi soruyorsun bana? Kovuldun!”

Onun sesini alan zavallı adama sesini yükseltiyordu.

Benim için ani ölümü temsil eden bir sesti.

“Lütfen, Bay Campbell, beni asistanınız olmam için tuttunuz. Lauren Hart, hatırladınız mı?”

Boğuk, yalvaran bir sesle sordum.

Kalbim yüksek sesle çarpıyordu ve hareket edemiyordum.

En derin içgüdüm bu adamı daha fazla kızdırmamam konusunda beni uyardı.

Affetmez bir fırtına gibiydi, dikkate alınması gereken bir güç.

Mason beni incelerken kaşlarını kaldırdı, fark ederken kalemini bana doğrultuyordu.

“Kesinlikle farklı görünüyorsun. Geçen günkü kadar kötü değil ama bu bir ilerleme.”

“Evet, efendim,” diye cevap verdim, tonumu hafif ve basit tutmak için savaştım.

“Bu şirketin beklentilerini karşılamaya çalışacağım.”

Sonunda gözlerini benden uzaklaştırdı, “Bunun nasıl mümkün olacağını anlamıyorum, Bayan Hart.” diye karşılık verdi.

Bir kâğıt parçasına bir şeyler karaladığını izledim.

“Bunu al.” Kâğıdı ondan almak için hızla hareket ettim, bu olmadan hemen önce bırakmasaydı parmaklarımız neredeyse dokunuyordu.

“Bu benim e-postam ve şifrem.

“Tüm e-postalarıma cevap ver. Konuyla ilgisi olmayanları yoksay. Önce bana danışmadan bir toplantı ayarlama. Bayan Hart, hiçbir koşulda e-postalarımı herkese açık hale getirmeyin.

“E-postalarımı gizli tutun. Bunu herhangi biriyle, ailenizle veya arkadaşınızla tartıştığınızı öğrenirsem, sizi temin ederim, çok pişman olursunuz.”

Kalbim hızlı atmaya başladı ve içimdeki bu endişeyi uyandırabilmesinden nefret ettim. Ve bunu kasten yapıyordu.

Tabii ki de yapıyordu.

“Her sabah tam 9'da bana çayımı getireceksin, kahve değil. Siyah severim. Çok soğuk ve çok sıcak da olmamalı.

İmzalamak için gereken tüm dosyalar ben buraya gelmeden önce masamda olmalı.

“12 ile 1 arası ofisime gelmiyorsun ve ziyaretçi kabul etmiyorsun. Öğle yemeğimi Roseire restoranından alırsın. Bir saatlik yol ve oraya nasıl vardığın umurumda değil. Her zamanki siparişimi iste.

“Unutma ki saat 2'ye kadar sıcak olarak ve masamda istiyorum. Eğer soğursa maaşından ücretini düşeceğim.”

O ciddi mi?

Tanrım, çok otoriter.

Orada oturmuş, emirlerini sanki dünyaya hükmediyormuş gibi söylüyor.

Tanrım, eğer bu adam dünyayı yönetseydi, hepimiz mahvolurduk.

Onun huzurunda fazla kalmadım ama dünyanın onun ellerinde acı çekeceğini söyleyebilirim.

“Beni dinliyor musun?” Öfkeli görünüyordu.

Öfke yüzünden akıyordu, bakışları üzerimden kritik bir şekilde geçti.

İfadesinde midemi çalkalayan karanlık bir şey alevlendi.

Yutkunarak başımı salladım.

Gözleri kısıldı. “Başını sallamıyorsun. Seninle konuşulduğunda konuşuyorsun, anlaşıldı mı?”

“Evet, efendim.” Ona bakmadan önce yere baktım.

Yüzündeki sert ifade içimi dehşetle sardı.

Soğuk ve affetmez tonuyla devam etti.

“Bunu sana vermeyi kendime görev edindim.” Bana el kitabı gibi görünen bir şey fırlattı. “Onu oku. Takip et. Eğer bir hafta içinde burada olmak istiyorsan.”

“Sizi hayal kırıklığına uğratmayacağıma söz veriyorum,” dedim sessizce.

“Beni hayal kırıklığına uğratman umurumda değil, Bayan Hart. Bunu yaptığını görürsem sevinirim. Bu sadece senin hakkında düşündüklerimi kanıtlar. Campbell Endüstrisi'ne resmen girdiğini sanma.

“Deneme sürecindesin. Herhangi bir hata seni buradan göz kırpabileceğinden daha çabuk çıkarır. Dediğim gibi, bu işe sahip olmak isteyen tek kişi sen değilsin.

“Senden daha yetenekli insanlar.” Parmaklarını önünde birbirine geçirdi.

“Ve sakın özel biri olduğunu kafana sokma.”

Orospuçocuğu.

Dudaklarıma bir cevap geldi, ama beni yükselttiği eliyle susturdu.

“Hepsi bu kadar.”

Arkamı döndüm ve sessizce ofisten ayrıldım.

Tanıdığım birinin öldüğü ve o kişinin yasını tuttuğum söylenmiş gibi hissettim.

Ne düşüneceğimi bile bilmiyordum.

Mason Campbell'ın pek çok şey olduğunu biliyordum ve kaba bir adam olmak da onlardan biriydi ama bu kadar kaba olduğunu bilmiyordum.

Kimseyle göz teması kurmadan masama doğru yürüdüm.

Oturdum, dikkatimi bana verilen çalışan kılavuzuna geri döndürmeden önce 1'den 10'a kadar saydım.

Tam içini karıştırmaya başlayacaktım ki bir öksürük sesi duydum.

Başımı kaldırdım ve bana “Senden nefret ediyorum ama bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yok” ifadesiyle Jade'in yüzüyle karşılaştım.

”Evet?”

Gözlerini devirdi.

“Sanki zamanımı değerlendirecek daha iyi bir işim yokmuş gibi sana lanet bir tur vermem gerekiyor,” dedi, arkasına dönüp bana bir şey söylemeye fırsat tanımayarak.

Gerilmiş formuna baktım, ne zaman regline başladığını merak ettim ya da şirretliği doğuştan mı geliyordu? Buradaki herkes berbat mıydı?

En son ne zaman kendimi aşağılık insanlarla çevrili bulduğumu hatırlamadım.

Lise bile bu kadar kötü değildi ve bu çok şey ifade ediyordu.

Bayan kaltaksurat muhtemelen onun bu şirketteki en iyi insanlardan biri olduğunu, ne olursa olsun ayağınıza basacak ve herkesin takip etmesi gereken biri olduğunu düşünüyordu.

Pekâlâ, ben kimsenin kaltağı olmayacaktım.

İlk sayfayı açarken kılavuza tekrar baktım.

“Gelmiyor musun?” Jade'in beni terslediğini duydum.

Kızgın yüzüne bakarak, bir kaşımı kaldırdım.

“Ah, takip etmemi istediğini bilmiyordum. Bunu söylemeliydin.”

Kılavuzu kapattım ve onu takip etmek için kalktım.

Sonraki 30 dakika çok sıkıcıydı.

Jade bana binadaki her odayı gösterdi ve tüm yerleri hatırlayamayacağımı biliyordum çünkü tüm dikkatimi vermiyordum.

Sandalyeme oturduğumda neredeyse sevinçten dans edecektim.

Sonunda bitmişti.

Jade'in huzurunda olmak içimde kalan tüm küçük mutluluğu emmişti.

Tam olarak sekiz elli-beşte, Bay Campbell'ın çayını almak için acele ettim.

Durakladım, bana ne kadar şeker istediğini yoksa hiç isteyip istemediğini söylemiş miydi hatırlamaya çalıştım.

Büyük bir risk aldım ve çayına şeker koymadım.

Bu beni ya kurtaracaktı ya da şirketten kovduracaktı.

Ofisine girmeme izin verdiğinde, o kadar sakindim ki, bir kez olsun korku içinde değildim.

Çayı önünde tuttum ve gitmemi istemesini bekledim.

Bay Campbell çayı almadan önce dizüstü bilgisayarında işini bitirmek için zaman ayırmıştı.

Şeker eksikliğinden bağırmaya başlamayınca rahat bir nefes aldım.

“Gidebilirsin,” dedi buz gibi.

Hala bana bakmamıştı.

“Rica ederim efendim,” dedim, ofisten çıkmak için döndüm.

Sesi hareket etmemi engelledi.

“Az önce ne dedin sen?” Tonunda inançsızlık, öfke vardı. Bacaklarımı titreten korkunç bir öfke dalgası.

“Benimle dalga mı geçiyorsunuz, Bayan Hart?”

Kafamı salladım, duyularımın bedenimden ayrıldığı anı tam olarak göstermeye çalıştım.

Dalga geçmiyordum. Onun gibi bir patronum olduğunu bilirken nasıl geçebilirdim ki?

Bunu bana söyleten sadece bir içgüdüydü.

“Özür dilerim, efendim. Kötü bir şey demek istemedim.” Onunla ilk tanıştığım andan itibaren kaç kez özür dilediğimi sayamadım.

Ve içimden bir ses dahasının da olacağını söylüyordu.

Gözlerini kıstı, beni yıkmaya ve ona zayıf olduğumu ve baskıyı kaldıramayacağımı kanıtlamaya çalıştı.

En azından ben öyle yaptığını sanıyordum.

“Gidebilirsin.”

Oradan fırladım, göz kamaştırıcı bakışlarından ayrılınca düzgün nefes almaya başladım.

Kısık bir kıkırdama başladı ve suçluya döndüm.

Uzun boylu, zayıf bir adam bana bakıyordu, dudakları sırıtıyordu.

Yanlarda kısa koyu saçlıydı ve ortadaki sivri ucu biraz uzun ve dağınıktı.

Beni bakarken görünce, alanıma geçti.

“Tebrikler,” dedi derin sesi bir şaka imasıyla.

“Ofisine iki ziyaretten sağ çıktın. Kutlama çağrısı.”

Gülümsemeden edemedim.

Birincisi, çünkü muhtemelen doğruyu söylediğini biliyordum ve iki, çünkü ondan hoşlanacağını biliyordum. Onu gördüğümden farklıydı.

Küçük bir reverans yaparak onun bir kez daha kıkırdamasına neden oldum, “Bunu bir kaba kazıyıp masama teslim etmek ister misin?” dedim.

“Ah, zekice. Kendi memnuniyetini sürdüreceksin. Satıldı.”

Elimi uzattım, gülümsemem genişledi.

“Ben Lauren. Lauren Hart.”

Kızıl saçlı adam bir elini bardağından ayırdı ve elimi salladı.

“Tanıştığımıza memnun oldum, Lauren. Ben Aaron Hardy. Patronun ofisinden birinin gözyaşı dökmeden çıktığını görmek gerçekten çok güzel.”

“Cesur olduğumu söyleyebilirsin.”

Başını sallayarak, beni incelemek için kafasını diğer tarafa eğdi.

“Ya da aptal. Neden işi kabul ettin?” diye sordu ve ben cevap veremeden, beni bir haykırışla böldü “Aha! Sanırım anladım.

“Maaşından, değil mi? Her zaman maaştandır.”

Gözlerimi devirdim. “Öyle bir şey. Paraya ihtiyacım var.”

“Ahh.”

“Bana çok iyi davranıyorsun. Bu nasıl mümkün olabilir? Herkes ya benden nefret ediyor ya da nefret etmek üzere. Hepsi çok gergin. Millet, lütfen, sakin olun.”

Güldü, omuzları sallanıyordu. “Seni kıskandıklarını söylediğimde bana inan. Bay Campbell—sözlerim için üzgünüm— sizin gibi birini işe almaz.

“Yüksek sınıflı çalışanlarını, şirketini utandırmayacak insanları sever. Ama senin, onun için özel olabileceğini düşünüyorlar.”

Burnumu kıvırdım.

“Bu çok aptalca. O, benden nefret ediyor.”

“Herkesten nefret ettiği kadar senden de nefret ediyor. Bu kişisel bir şey değil.”

“Nedenini merak ediyorum.”

“İşte bu yüzden, sevgili Lauren, hep merak edip dururuz.” Dedi bana göz kırparak.

“İşten sonra bir saat daha kalmak zorunda kalmadan işimize dönelim.”

Şaşırmış görünerek yanına gittim.

“Ciddi misin?”

“Hayır,” dedi, “R” sesini vurgulayarak. “O kadar da pislik değil.”

Yürümeyi bıraktım, ona elimden gelen en iyi “Benimle dalga mı geçiyorsun” bakışını yaptım. Arkasını döndü ve omuz silkti.

“Tamam, belki de o bir pisliktir.”

“Bana sorarsan birinci sınıf bir pislik.”

Birisi boğazını temizledi ve ben şokta dondum kaldım, kalbim 360 derecede dönüyordu.

Aaron'ın kıkırdamaları beni bundan alıkoydu.

“Aman Tanrım,” diye kahkahalarını ikiye katladı. “Yüzünü görmeliydin. O olduğunu düşündün.”

“Değil mi?”

“Hayır, ama sözlerine dikkat etmelisin.”

Yeşil saçlı bir kız bana gülümsedi, kolunu Aaron'ın boynuna doladı.

“Yeni kız bu mu?”

Dik durdum, omuzlarımı yukarı ittim ve doğrudan gözlerinin içine baktım.

Kıkırdadı.

“Kahretsin kızım, ısırmam,” dedi, sağlam durmaya çalışmamdan eğlenerek.

Zarar vermek istemediğini anlayınca hemen rahatladım. Küçümseme belirtisi yoktu. “Ben Athena.”

Bir kaşımı kaldırdım.

Sırıttı. “Annem tuhaftır.”

“Lauren. Yeşil saçların var ve kovulmamışsın.”

Mason'ın asla ve katiyen yeşil saçlı birini işe almayacağını biliyordum.

“Çünkü beni kovamıyor. Ben onun teyzesiyim.”

“Ne?! Ama bir yaş büyük bile görünmüyorsun—”

“23’ten mi?” diye sordu Athena.

“Evet, bunu çok duyuyordum. O benden büyük, ama ben onun teyzesiyim falan filan. Annesi benim üvey kız kardeşim.”

“Vay canına.” İyi davranacağı tek kişi o olmalı.

Athena şaşkın suratıma baktı.

“Ah, tatlım, teyzesi olmam benim de onun bokunu çekmediğim anlamına gelmiyor.”

Aaron, “Evet, ama saygı duyduğu tek kişi sensin.” dedi.

O kadar da önemli değilmiş gibi omuz silkti. Bay Campbell'ın kimseye saygı duyabileceğini hiç düşünmemiştim.

Dünya büyüklüğündeki muazzam egosu böyle bir şeyi kaldıramazdı.

Gittiği her yerde saygı bekleyen bir adam için bunu duymak garipti.

“Haydi, işimize geri dönelim.”

Masama gitmeden önce Aaron'ın omzuna hafifçe vurdum.

Önümde uzun ve acı dolu bir gün vardı.

 

Kitabın tamamını Galatea uygulamasında okuyun!

CEO’nun Külleri

Cece Fells, Londra’nın en yetenekli ve genç fırıncılarından biridir. Ta ki milyarder ev sahibi Brenton Maslow gelip lanet bir otopark kurmak için fırınını buldozerle yıkana kadar! Bu durumdan hoşnut olmayan fırıncı, Maslow Girişimcilik’in dayanılmaz çekicilikteki CEO’sunu yok etme misyonunu edinir. Tabii öncesinde ona aşık olmazsa…

Yaş Sınırlaması: 18+

Kutudaki Jack

Hemşire Riley, psikiyatri koğuşundaki en kötü şöhretli hastalardan biri olan Jackson Wolfe’a atandı. Wolfe’un çevresindeki herkes aniden ölürken, onun uğruna ölünecek kadar seksi olması da oldukça ironikti. Jackson, cazibesiyle Riley’i kendisine çekerken, Riley, katilin kim olduğunu bulabilir mi, yoksa o, tam da aşık olunacak adam mı?

Yaş Sınırlaması: 18+

Seksi Üvey Kardeşim Bir Ayıadam

Lisedeki son yılının en büyük partisinin olduğu gece Helen, partiye gitmek yerine annesinin yıldırım nikahına gitmek zorundadır. Annesi, Bear Creek’li bir dağ adamıyla evlenmek üzeredir ve Helen bu durumdan pek de memnun değildir. Ta ki Sam’le tanışana kadar. Sam, dağların en ateşli adamıdır ama şimdi Helen’ın üvey kardeşi olacaktır. Karakterleri birbirlerine zıt olmasına rağmen, iki yeni akraba birbirine çekilir. Ancak yaklaştıkça Helen bir şey keşfeder: Sam’in bir sırrı vardır…

Yaş Sınırı: 18+

Gül’ün Savaşı

Kral olan babasının ölümünden sonra, Deanna kendini tehlikeli bir durumda bulur. O gayri meşru bir prensestir ve üvey annesi Kraliçe Rosaline ile üvey kardeşi Prens Lamont, saraydan uzaklaştığını görene kadar hiçbir şeyden vazgeçmeyecektir. Yalnız başına kalan, onu koruyacak kimsesi olmayan Deanna, hayatı için endişelenmeye başlar. Ancak Kraliçe Rosaline’in gözüne girmeye çalışan talipleri saraya gelmeye başladığında, Deanna, uzak bir ülkeden gelen, aradığı kurtuluşu sunabilecek yakışıklı bir yabancıyla tanışır…

Yaş Sınırlaması: 18+

Requiem Şehri

Maddie, Requiem City’nin acımasız ve büyülü sokaklarında koşuşturan bir yankesicidir. Aşırı zengin Dobrzycka ikizlerinden çaldığında, onu bir seçim yapmaya zorlarlar: hâkimiyet veya yıkım.

Yaş Sınırlaması: 18+

Alfa ve Aurora

Kanlı Gölge Sürüsü’nden Alfa Everett’in, eşinin bir insan olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Ama işte şimdi tam karşısında, on sekiz yaşındaki, oldukça sakar Rory duruyordu. Bir Omega kurdu tarafından evlat edinilen Rory, hayatının çoğunu Kızıl Ay sürüsünde geçirdi, ancak sürünün liderleri onu öldürmeye çalıştıktan sonra, artık oraya geri dönmeyecekti. Görünüşe göre o ve koruyucu Alfa birbirlerine iyice bağlanmıştı. Peki aralarında aşk gelişecek mi? Ve eğer büyüyebilirse, aşkları Rory’nin sırlarına dayanacak kadar güçlü olabilir mi?

Yaş Sınırlaması: 18+

Her Şey Seninle İlgili Değil

Maya Hamilton, küçük yaştan beri ipi koyvermekten ve istediğini yapmaktan başka bir şey sevmeyen vahşi bir parti kızıydı. Jace Parker, çok parti yapanlara karşı zaafı olan sorumsuz bir çocuktu. Birbirleri için mükemmellerdi; ta ki bir şekilde Jace Maya’yı mesajla terk edene kadar. Şimdi, iki yıl sonra, öğrenci ve öğretmen olarak tekrar karşılaşıyorlar ve Maya, Jace’ten hayatını değiştirecek bir sır saklıyor!

Yaş Sınırlaması: 18+

Anlaşma

Xavier Knight, bir kızı etkilemeyi garanti eden iki şeyi iyi bilirdi: hızlı arabalar ve para. Her ikisi de onda vardı. Talihsiz bir skandal onu cebi delik Angela Carson ile zorunlu bir evliliğe zorladı. Kadının onun parasının peşinde olduğunu sanan Xavier, kendince onu cezalandırmaya yemin etti. Fakat dışardan görünen bazen aldatıcı olabilir. Ve bazen karşı kutuplar göründüğü kadar farklı değildir…

Yaş Sınırlaması: 18+

Dokunuş

Kendimi yatağa atıp tavana bakıyorum.

Lanet olsun. Neyim var benim?

Meme uçlarımın sertleşmesi için elimi kaldırırken neden bu kadar huzursuz hissettiğimi anlayamıyorum.

Ama cidden. Düşünmeyi bırak. Kendine dokunmayı bırak. Sadece dur!

Sana Kandım

Trinity aslında açıkgöz biridir. Ama bu, akıllara kolayca elde edilir biri olduğu fikrini getirmesin. Ofiste geçirdiği yorucu bir günün ardından, gittiği barda Stephen Gotti ile tanışır. Gece kulübünde tam bir beyefendi, yatak odasında ise doyumsuz biri olan Stephen Gotti… Birbirlerine ilk görüşte aşık olurlar ama Stephen’ın büyük bir sırrı vardır. Acaba bu sır Trinity’yi korkutup kaçıracak mıdır?

Yaş Sınırlaması: 18+