Georgie, tüm hayatını kömür madenciliği yapılan bir kasabada geçirmiş, ailesi gözlerinin önünde ölene kadar dünyasının gerçekte ne kadar acımasız olduğunu henüz fark etmemiştir. On sekiz yaşındaki kız, tam işlerin daha da kötüye gidemeyeceğini düşünürken madenlerin sahipleri olarak bilinen münzevi kurt adam sürüsünün topraklarına izinsiz girer. Ve kızı gören alfa bu izinsiz ziyaretten hiç hoşlanmamıştır… En azından onu ilk gördüğünde.
Yaş Sınırlaması: 18+
Alfa’nın Misafiri by Michelle Torlot is now available to read on the Galatea app! Read the first two chapters below, or download Galatea for the full experience.

Uygulama, patlayıcı yeni romanlar için en sıcak uygulama olduğu için BBC, Forbes ve The Guardian’dan takdir aldı.

Kitabın tamamını Galatea uygulamasında okuyun!
1
Georgie, tüm hayatını kömür madenciliği yapılan bir kasabada geçirmiş, ailesi gözlerinin önünde ölene kadar dünyasının gerçekte ne kadar acımasız olduğunu henüz fark etmemiştir. On sekiz yaşındaki kız, tam işlerin daha da kötüye gidemeyeceğini düşünürken madenlerin sahipleri olarak bilinen münzevi kurt adam sürüsünün topraklarına izinsiz girer. Ve kızı gören alfa bu izinsiz ziyaretten hiç hoşlanmamıştır… En azından onu ilk gördüğünde.
Yaş Sınırlaması: 18+
Orijinal Yazar: Michelle Torlot
Üzerine düştüğüm çamurlu zeminden yavaşça ayağa kalktım. Acı vücudumu sararken tısladım.
Adam, “Seni bir daha buralarda görürsem Georgie Mackenzie, elimizden bu kadar kolay kurtulamazsın,” diye hırladı sırıtarak.
Bana doğru son anda kaçabildiğim balgamlı bir tükürük attı ve beni dışarı itip kapıyı üzerime çarptı.
Kalbim şiddetle atarken nefesimi kontrol altına almaya çalıştıkça, burun deliklerim yanıyordu. Biraz öfkeden, biraz da acıdan.
“Seni şerefsiz!” diye bağırdım.
Kapı tokmağı dönmeye başladığı anda beni duyduğunu anladım. Olabildiğince hızla kapıdan uzaklaştım. Bedenim bir kez daha hırpalanmayı kaldıramaz, bu gece olmazdı.
Issız yolda topalladım, ince gömleğim sırılsıklam ve ıslak çamurla kaplıydı. Titredim ve hissettiğim acıyı bastırmaya çalıştım. Vücudumda morluklar oluşacaktı, hem de bir sürü.
Maden ofisinin arkasındaki çöp kutularını karıştırarak yiyecek bir şeyler aramıştım. Ama maalesef güvenlik tarafından fark edilip engellenmiştim. Aslında sadece çöptü, ama onların çöpüydü.
Daha önce de yakalanmıştım ama hiç bu kadar kötü dayak yememiştim. Gömleğimin bir ucunu kaldırıp aldığım hasara baktım.
Karnımda ve kaburgalarımda morluklar oluşmaya başlamıştı bile. Sırtımın hemen hemen aynı durumda olduğunu kestirebiliyordum.
Annemle birlikte şu an için sığındığımız harabe gecekondunun bulunduğu şehrin tekinsiz bölgesine geri döndüm.
Yaşadığımız son yerden taşınmadan birkaç gece önce bu yeri bulmuştuk. Oldukça ıssızdı.
Burada sadece ya taşınmış ya da çoktan ölmüş eski sakinlerin kalıntıları vardı.
O günün erken saatlerinde ben evden çıkarken annem eski bir yatağın üzerinde dinleniyordu. Sırf ona ilaç alabilmek için, elimizde kalan sonra eşyalarımızı rehin vermiştim.
İlaçların onu iyileştireceği yoktu, ama hiç değilse belirtileri hafiflemişti. Hiç param kalmadığı için, çöpte yiyecek bir şeyler bulmayı umuyordum.
Tek bulabildiğim ise lanet olası Maddox ve onun beysbol sopasıydı.
Eve vardığımda, eski oluklu demir levhayı kenara ittim. Gecekonducuların girmesini engellemek için buraya konmuştu.
Belli ki pek bir işe yaramıyordu.
Eve girerken arka odaya yöneldim. Evin en rutubetsiz odasıydı. Annemin yatması için yukarıdan eski bir yatağı oraya sürüklemiştim. Her halükârda soğuk bir zeminden çok daha iyiydi.
Arka odaya girdiğimde bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ettim. Oda fazla sessizdi. Annem öylece uzanmış gözleri açık, tavana bakıyordu.
Gözyaşları yanaklarımdan süzülürken hıçkırarak ağlamaya başladım.
Fazla zamanı olmadığını biliyordum ama yine de buna henüz hazır değildim. Elimi nazikçe gözlerinin üzerine götürdüm ve gözlerini kapattım. En azından artık huzur içindeydi.
Çamurlu yoldan ellerime bulaşmış kirlerle gözyaşlarımı sildim, yüzüm de çamura bulanmıştı. Yüzümdeki çamur, o anki esas endişelerimin yanında hiçbir şeydi.
Param ve yemeğim yoktu, sadece üzerimdeki kıyafetlerim vardı. Burada benim için hiçbir şey kalmamıştı.
Ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim olmadan evden ayrıldım. Sadece oradan uzaklaşmam gerektiğini biliyordum, evden, kasabadan; daha iyi bir yer olmalıydı.
İnsanların birbirlerini daha çok önemsediği ve elde edeceği kâra daha az önem verdiği bir yer. Hiç değilse böyle bir yerin var olduğunu hayal edebiliyordum.
Umut Pınarları’na Hoş Geldiniz yazan tabelanın önünden geçerken gözlerimi devirdim. Benim için daha çok Umut Yoksunluğu kasabası gibiydi.
Umut Pınarları, bir kömür madeninin arkasına kurulmuş yeni bir kasabaydı. Arazi sahipleri maden çıkarmak için iş gücüne ihtiyaçları olduğunu fark edince kasabayı kurmuşlardı.
İnsanlar madende çalışmak için akın etmişti. İş imkanları her yerde oldukça sınırlıydı, bu yüzden yeni işler, evler ve yeni bir kasaba fikri birçok insanı umutlandırmıştı.
İlk bakışta ideal gibi görünen ama sonrasında öyle olmadığı ortaya çıkan bir insan topluluğu vardı.
Toprak sahipleri ile maden sahipleri hiç yakınlaşmadılar. Yönetim ekibi her şeyle ilgilendi. Sahipleri elde ettikleri kârdan memnun olmalıydı.
Sık sık bu kârın madencilerin ve ailelerinin zararına olduğunu fark edip etmediklerini merak ediyordum.
Elbette farkındaydılar. Herkes esas sahiplerin kim olduğunu biliyordu.
Buradaki diğer büyük işletmelerin sahipleri gibi. Kurt adamlar, onların efsane safsataları. Ama onlar efsanelerdeki gibi değillerdi.
Ormanda koşturmuyorlardı. İnzivaya çekilmişlerdi ve oldukça zekiydiler. Kâr eden tüm büyük şirketlerin sessiz ortaklarıydılar.
Bu, meraklı gözlerden uzak lüks bir hayat yaşayabilmelerini sağlıyordu. Onlar için insanlar yalnızca bir kaynaktı. Tek kullanımlık bir kaynak. Kaçımızın öldüğü önemli değildi; birinin boşluğunu doldurmak için her zaman daha fazla insan bulabilirlerdi.
Madencilere minimum ücret ödeniyordu. Evlerinin kirasını ödediklerinde, kalan parayla ailelerini kıt kanaat geçindirebiliyorlardı.
En ufak şikâyette işlerinden oluyorlar, işsiz ve evsiz kalıyorlardı. Bunlar olurken kurt adamlar daha da zenginleşiyordu.
Madenciler güçten düşüp hastalanmaya başlayınca aileler evlerinden çıkarılıyor ve diğerleri onların yerine geçiyordu.
Umut Pınarları’nda hiçbir şey ücretsiz değildi ve madenciler karşılayamadıkları için, büyük çoğunluğu tıbbi bakımdan veya eğitimden mahrum kalıyordu.
Yalnızca, 13 yaşına kadar çocuklar için ücretsiz eğitim sağlıyorlardı. 13 yaşından sonra, ailenin ödemesi gerekiyordu. Eğitimsizken, çocuklarının yapabileceği tek iş madende çalışmaktı.
Babam hastalandığında annem kirayı ödeyebilelim diye orada çalışmaya başlamıştı.
14 yaşındayken, babam öldükten hemen sonra orada bir iş bulmak için çabaladım, ama olmadı; orada çalışan çocukların da sayı sınırı vardı.
Bir yıl sonra annem hastalandı. Hiçbir gelirimiz yoktu, bu yüzden kirayı ödeyemedik ve evimizden atıldık.
Geçen yıl, bulabildiğimiz ilk yere sığınmıştık. Sadece yiyecek ve ilaç almak için eşyalarımızı rehin veriyorduk. Son birkaç haftadır, hayatta kalmak için yalvarıyor ve çöpleri kurcalıyordum.
Isınmak için ellerimi cebime soktum; ayakkabılarımdaki delikler yüzünden ayaklarım ıslak ve buz kesmişti. Muhtemelen sığınacak başka bir yer aramalıydım. Tekrar yağmur yağmaya başlamıştı.
Ama yağmur gerçekten umurumda değildi.
Başımı eğdim ve yürüdüm.
Aklım başka bir yerdeyken, yoldan sapıp ormana doğru yöneldiğimi fark etmemiştim. Yüzüme çarpan bir dal kafamı kaldırmama sebep oldu. Yanağımdan bir damla kan aktı. Görmezden geldim.
Karanlığın içine dikkatle bakarken, kaşlarımı çattım. Işık! Ormanın tam ortasında. Belki bir av kulübesiydi, bu da benim için yiyecek bir şeyler bulma ihtimali ya da sadece bir geceliğine uyuyacak boş bir ambar anlamına geliyordu.
Giriş Yok—Özel Mülk yazan bir tabelanın önünden onu görmezden gelerek geçtim. Yaklaştıkça, sadece bir kulübe değil, etrafında birkaç küçük bina olan büyük bir ev olduğunu fark ettim.
Tabii ki; şimdi taşlar yerine oturmuştu. Uzak Dur uyarısı, devasa bir ev. Ormanın tam ortasında. Burası o alçak kurt adamların yaşadığı yer olmalıydı.
Aslında gergin olmalıydım. Ama değildim. Belki birkaç yıl önce, şu anki hayatımın halini görsem ağlardım; ama şimdi imkânsızdı. Ağlayacak gözyaşım kalmamıştı.
Eğer bu alçaklar herkesin düşündüğü kadar zenginse, muhtemelen bir sürü yiyeceği israf ediyorlardı.
Devasa evin arkasına doğru dolaştım. Birkaç çöp kutusu buldum, içlerini karıştırmaya başladım.
Boktan günüme rağmen, bir parça ekmek bulunca gülümsedim. Biraz bayattı ama yine de yenilebilirdi. Ekmeği ağzıma attım ve çöp kutusunun biraz daha derinine indim.
Çöp kutusuna o kadar odaklanmıştım ki arkamdaki ayak seslerini duymadım.
Gömleğimin arkasından tutup beni yabani bir kedi yavrusu gibi yakalayana kadar.
“Bakın burada ne var, küçük bir hırsız!” diye hırladı.
“Çek ellerini üzerimden, seni pislik piç!” diye çığlık attım.
Maddox’tan yediğim dayağın acısını vücudumda hissedip inledim.
“Kapa çeneni hırsız!” diye tekrar hırladı. “Sana dokunmadım bile!”
Beni evden başka bir binaya götürdü.
Sızlandım. İlk başta mücadele etmeye çalıştım, ama faydası olmadı. Canım çok acıyordu. Sonunda vazgeçtim. Adam iriydi ve bir dayaktan daha sağ çıkabileceğimi sanmıyordum.
Beni başka bir binaya soktu. Gözlerim loşluğa alıştıkça, bir çeşit bekleme odası olduğunu fark ettim.
Parmaklıklar her bölümü ayırıyordu ve adam demir parmaklıklı bir kapıyı açıp beni içeri fırlattı.
Bedenim beton zemine çarpınca sessizce inledim.
“Alfa sabah seninle ilgilenecek!” diye hırladı.
Parmaklıklara yapışmamla kapıyı kapatması bir oldu. Parmaklıkları kavrayıp, onları sallamaya çalıştım. Nafile bir çabaydı.
“Seni de sikeyim, alfanı da!” diye haykırdım.
Bir karşılık alamadım ama burada tek başıma olmadığımı anlamıştım. Her hücre metal çubuklar ile birbirinden ayrılmıştı.
Sonra komşu hücremden bir ses duydum.
“Kapa çeneni, sıska insan. Burada uyumaya çalışıyorum!”
Bu bir çeşit kurt adam hapishanesi olmalıydı. Hücremin arka tarafındaki yatağa göz ucuyla bir baktım. En azından bu gece yatakta uyuyacaktım. Battaniye bile vardı.
“Siktir git!” diye yatağa doğru giderken hırladım.
Battaniyeye sarıldım, yatağa kıvrıldım. Battaniye büyüktü ve boğulmuş gibi hissettim. Bir kurt adam için tasarlandığı belliydi, küçük bir insan için fazlasıyla büyüktü.
İnsani açıdan da çok kuvvetli değildim ve yetersiz beslenmem de bu konuda hiç yardımcı olmuyordu. Gelişme çağındayken çok fazla yemek seçeneğim yoktu, ailem sadece temel ihtiyaçlarımı karşılayabilmişlerdi. Bu da muhtemelen büyümemi engellemişti.
Titriyordum. Islak, üşümüş ve açtım. Ağzıma attığım bayat ekmek midemi doldurmak için yeterli olmamıştı. Yine de hiç yoktan iyiydi.
Gözlerimi kapattım; açlık ve yorgunluğum bedenimi teslim aldı ve sonunda uykuya daldım.
Kitabın tamamını Galatea uygulamasında okuyun!
2
Metal çubukların çınlama sesiyle uyandım. Hücre dün gece olduğundan daha aydınlıktı, aydınlığın duvarın tepesindeki parmaklıklı bir pencereden geldiğini fark ettim.
Hücre kapısının önünde bir tepsi yemek görünce şaşırdım.
Kapımın önünde duran iri gardiyan bana küçümseyerek baktı. Dün gecekinden farklı biriydi.
Battaniyenin altından sürünerek çıktım. Sırtımdaki ve göğsümdeki ağrının daha da kötüleştiğini fark edince acı içinde yüzümü buruşturdum. Tepsiyi aldım ve yan hücreyi benimkinden ayıran parmaklıklara yaslandım.
Gardiyana baktım ama çabucak gözlerimi kaçırdım. Bir yerde kurt adamların gözünün içine bakmanın onları gerçekten kızdırabileceğini duymuştum.
Gardiyanın yüzüne ve duruşuna bakınca neden böyle dediklerini anlamıştım. Tüm enerjisi, herhangi bir insanda görülemeyecek bir hakimiyet yayıyordu. Ayrıca isterse beni ikiye bölebilecek gibi görünüyordu.
Ne kadar kızgın da olsam, kendimi korumam devreye girdi.
Tepsideki yemeklere baktım, bir çeşit yulaf lapası ve bir küçük ekmek vardı. Ayrıca bir bardak su. Beslenmeyi beklemiyordum, bu yüzden tadını çıkaracaktım.
Yan hücreden gelen sesi duyduğumda henüz birkaç kaşık yemiştim.
“Kokuyorsun!”
Bu, dün gece bana çenemi kapatmamı söyleyen sesle aynı sesti.
“Sen de öyle!” diye tısladım.
Bir el parmakların arasından çıkıp ve kirli sarı saçlarımı yakalayıp başımı parmaklıklara doğru geriye doğru yapıştırdığında kelimeler ağzımdan güçlükle çıkmıştı.
“Bütün insanlar kokuyor!” diye hırladı. “Ve biraz terbiye almalısın!”
Saçımı bıraktı, parmaklıklardan anında uzaklaştım.
“Sen de defolup gitmelisin!” deyip tükürdüm.
Kıkırdadı, sonra başını yana eğdi.
“Bir de alıngansın, öyle mi!”
Gözlerimi devirdim ve yatağa oturdum. Bu yemeği ziyan etmeyecektim. Bir daha ne zaman yemek yiyeceğimi bilmiyordum. Gerçi burada tıkılıp kalmak o kadar da kötü değildi. En azından yemeğim ve bir yatağım vardı.
Beni dövmedikleri sürece makuldü.
Yan hücredeki kurt adam bana baktı ve sırıttı.
“Siz ne zaman çelimsiz insanları dövmeye başladınız adi herifler!” diye bağırdı.
Yüzümdeki morlukları görmüş olmalıydı. Yüzümdekiler morlukların yarısı dahi değildi; vücudumun kalanını görmemişti bile.
Sadece kurt adamların insanları dövebileceğini düşünmesi oldukça eğlenceliydi.
Parmaklıklardan adama daha yakından baktım; en az gardiyan kadar iriydi.
Hapsedilme sebebini merak ediyordum. Ne kadar yakışıklı olduğunu fark edince şaşırmıştım. Kahverengi saçları omuzlarına dökülüyordu ve gözleri sarıya çalan bir kahverengi tonundaydı.
Gardiyanın hücre kapısına yaklaşmasını izledim.
“Kes sesini Ash, yoksa yüzündeki sırıtışı sileceğim!” diye hırladı.
Mahkûm Ash gözlerini devirdi. “Beni bu bokla beslemeyi ne zaman bırakacaksın? Çelimsiz bir insan yavrusu için sorun olmayabilir, ama benim ete ihtiyacım var!” diye hırladı.
Gardiyan hücrenin kapısını açtı ve Ash’i boğazından tutup hücrelerimizi bölen parmaklıklara yapıştırdı.
“Çeneni kapamayı öğrendiğinde, haydut!” diye hırladı gardiyan.
Anlık bir korkuyla nefesim kesildi. Aynısını bana yapsalardı, muhtemelen beni öldürürlerdi.
Gardiyan, artık adının Ash olduğunu bildiğim mahkûmun boğazından elini çekerken küçümser gözlerle beni süzdü.
Ash ayağa kalktı. Parmaklıkların arasından bana baktı ve göz kırptı. Sonra hücrenin önüne doğru yürüdü.
Bunu sadece gardiyandan kurtulmak için yaptığını fark ettim. Ayrıca henüz lafını bitirmemiş gibi görünüyordu.
“Belki gözlerini kullansaydın, seni değersiz it, dün gece buraya sürüklediğin insan yavrusunun yaralanmış olduğunu anlardın!” diye hırladı.
Gardiyan hücremin kapısına doğru yürüdü, bana baktı.
“Yaralandın mı?” diye sordu, göğsünden düşük bir hırıltı duyuluyordu.
Omuz silkip hızlıca yemeğime geri döndüm. O an ihtiyacım olan son şey hücrenin demirlerine savrulmaktı.
Cevabımdan memnun kalmadı, kapıyı açtı ve içeri girdi. Boğazımdan tutup duvara doğru itti.
Sırtım duvara çarptığında acı içinde yüzümü buruşturdum, sonra gömleğimi çıkardı, karnıma baktı.
“Hey!” diye hırladım. “Ellerini üzerimden çek!”
Koluna vurmaya çalıştım ama bir duvara vurmaktan farksızdı.
“Bunu kim yaptı?” diye nefesi altından hırladı.
Sadece ona baktım. O beni boğmaya çalışırken tartışacak halim yoktu!
Sonunda boğazımı bıraktı ve geri adım attı. Gömleğimi düzelttim ve boğazımı ovdum. Kırmızı bir iz bırakmıştı ama kalıcı bir hasar değildi. Yine de bunu yaptığı için ona kızgındım.
“Neden buradasın? Neden bir insan yavrusu hücremde?” diye hırladı.
Ash’in güldüğünü duydum. “Ne kadar iyi bir gardiyansın, insanları neden hapsettiğini bile bilmiyorsun,” dedi.
Gardiyan derinden hırladı ve arkasını döndü.
Hücreden bir hışımla çıktı ve kapıyı arkasından çarptı.
Ash’e baktım. “Bunun için teşekkürler!” diye fısıldadım.
Ash bizi ayıran metal çubuklara yaslandı.
“Merak etme insan yavrusu, genelde insanları burada tutmazlar; farkına bile varmadan çıkacaksın.”
Ona bakmak için başımı çevirdim.
Gözlerimi devirdim. “Neden bana yardım ediyorsun?” diye boğuk bir sesle mırıldandım. Galiba gardiyan boynuma düşündüğümden daha fazla zarar vermişti.
“Görünüşe göre bir arkadaşa ihtiyacın var, yavru.” Ash gülümsedi.
Gözlerimi devirdim. “Görünüşe göre senin de!”
Ash tekrar gülümsedi; biraz önce boğulmak üzere olan biri için fazla neşeli görünüyordu.
“Bir adın var mı?”
Başımı salladım. “Georgie,” diye cevap verdim.
Ash mırıldandı, “Ne yaptın? Yani böyle dayak yemenin sebebi neydi?”
Yüzüne bakıp gülümsedim. Ash’in iyi biri olduğunu anlamıştım.
“Sen ne yaptın?” diye karşılık verdim.
Güldü ve başını salladı. “Bilmek istemezsin, ufaklık!”
Kaşlarımı kaldırdım, ama konuyu çabucak bana çevirdi.
“Bunu sizinkiler mi yaptı?”
Gözlerimi devirdim. “Diğer insanları kastediyorsan, evet, yaptılar, ama onlar benim halkım değil!”
Ash kafasını salladı. “Bir de bize canavar diyorlar!”
Gözlerinin içine baktım. “Canavarların şekli ve boyutu önemli değildir. Sizinkiler de sizi çok fazla önemsemiyor gibi görünüyor.”
Ash sırıttı. “Onlar da benim halkım değil!” diye fısıldadı.
Hücremin kapısının açılmasının sesi dikkatimi dağıttı.
Önceki gardiyan içeri girdi.
“Yürüyebilir misin, insan?” diye sordu gardiyan.
Gözlerimi devirdim ve ayağa kalktım. Ona doğru yürümeye başladım. O an yalnızca gövdemin değil bedenimin kalanının da hasar aldığını fark edince topalladım.
“Dur!” diye bağırdı gardiyan.
Kafamı salladım. “Ne var! Yürümemi istediğini sanıyordum, lanet olası kararını ver!”
Kurt adamların süper hızlı olduğunu duymuştum; şimdiyse buna kendi gözlerimle şahit olmuştum.
Gözümü bile kırpamadan, kendimi Ash ile hücremi ayıran metal parmaklıklara yapışmış halde buldum.
“Ne oluyor!” diye inledim.
Şimdi gerçekten canım yanıyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım ve dişlerimi sıktım.
Kazandıklarını görmelerine izin verme,diye kendimi azarladım.
“Saygıyı öğreneceksin, insan,” gardiyan hırladı.
Bileklerimi kavradı ve bunun üzerine bir tıkırtı duydum. Bileklerim arkamdayken soğuk metalin onları sardığını hissettim.
“Küçük sikli iri adam!” diye ağzımın içinde mırıldandım.
Ash’in kıkırdadığını gördüm. Yanağım parmaklıkların arasına doğru sıkışmışken, sırıtmaktan kendimi alamadım.
“Ne dedin?” diye sordu gardiyan.
Cevap vermedim. Bu onu daha da kızdırmış gibi görünüyordu; beni kendine doğru döndürdü ve parmaklıklara tekrar yapıştırdı.
“‘Ne dedin?’ dedim,” yine hırladı.
Dudağımı ısırdım, kafamı salladım ve gözlerimi indirdim, itaatkâr görünmeye çalıştım.
İstediği buydu. Kolumu tuttu ve beni kapıdan dışarı itti.
Beni nereye götürdüğünü merak ediyordum. Sonra, diğer gardiyanın sözleri kafamda çınladı.
Alfa sabah seninle ilgilenecek.
Bildiğim kadarıyla kurt adamların kendi aralarında katı bir hiyerarşisi vardı. Alfa, beta. Bunlardan sonra hangi kıdemin geldiğinden emin değildim. Ama gardiyanların, bu kıdem düzeninde oldukça altlarda olduğunu düşünüyordum.
Bu pek iç açıcı bir durum değildi. Çünkü bu pislik kimi dövdüğünü umursamıyor gibiydi.
Yine de kıdemi, muhtemelen kimseyi öldüremeyeceği anlamına geliyordu. Bu iş alfaya bırakılacaktı.
Yani alfa ya gitmeme izin verecekti ya da beni öldürecekti.
Gardiyan beni itip kakarken bir koridora girdik. Hücrelerden farklıydı. Düz metal bir kapının önünde durdu. Tabelada Sorgu Odası 1 yazıyordu.
Buraya kadardı; sıçtığımın resmiydi. Beni ne hakkında sorgulayacaklarını merak ediyordum. Belki de bu yalnızca beni öldüresiye dövmek için bir bahaneydi.
Ash haklıydı; burada insanları tutmuyorlardı. Mümkün olduğunca çabuk onlardan kurtuluyorlardı. Belki de kurt adamların bir sonraki öğünü ben olacaktım.
Öğünlerinde iyi şanslar, çünkü zayıf bedenimde dişlerine göre et yok!
Kitabın tamamını Galatea uygulamasında okuyun!