İşler Tersine Dönünce - Kitap kapağı

İşler Tersine Dönünce

Ivana Vanessa Jameson

Bölüm İki

LUCY

O karanlık yerde kaç saat ya da dakika kaldığımı kestiremiyordum. Zamanı takip edememek, düşündüğümden çok daha sinir bozucuydu.

Ortama kulakları sağır edici bir sessizlik hâkimdi. Bu ironi gülünç, ama son derece gerçekti. Kendi nefesimden ve kalp atışlarımdan başka bir şey duyamamak beni delirtiyordu.

Dikkatimi dağıtacak bir şeye, herhangi bir şeye ihtiyacım vardı. Likanın beni ne gibi şekillerde öldürebileceğini hayal etmekten yorgun düşmüştüm. Yavaşça sürünüp hücremdeki soğuk parmaklıkların dibine oturdum.

Olabildiğince sessiz bir şekilde, “O'zaak...O'zaak!” diye seslendim.

“Evet. Hâlâ hayattayım... Sen bana adını söylemedin, farkındasın, değil mi?” diye cevap verdi. Ölüm döşeğindeki bir adamla konuşuyor gibi hissettim. Büyükbabam da evden çıkmayı reddedip odasında acı içinde yavaş yavaş ölürken böyle konuşuyordu.

İç geçirdim. Eğer ölmemiz an meselesiyse, ona adımı söylemenin ya da hayat hikâyemi anlatmanın bir anlamı olmadığını düşünüyordum. Yine de, “Adım Lucy Jameson. Her neyse, sana bir şey sormak istiyorum,” dedim.

“İstediğini sor. Zamandan bol bir şeyim yok.”

Söylediği şeyle içten içe dalga geçip, “Buradaki tek mahkûmlar biz miyiz?” diye sordum.

Alaycı bir şekilde güldü. “Bilmiyorum. Eğer burada başka mahkûmlar varsa bile muhtemelen hücrelerinde cansız bir şekilde yatıyorlardır.”

“Ya da yürüyen bir ölüyle muhabbet etmemeleri gerektiğini biliyorlardır,” derken bir ses duyuldu. Kapı aniden açıldı, içeri parlak bir ışık doldu. Cennetin kapıları açılmış gibiydi.

Ortama dolan ani ışık yüzünden gözlerimi kıstım. İri bir adam, hücreme doğru yürümeye başladı. Sanki kaçabilecekmişim gibi, hücrenin en köşesine çekildim.

Etrafa bakındım. O'zaak haklıydı, burası kesinlikle bir zindandı. Pis farelerin cirit attığı, yiyecek bir şeyler aradığı karanlık, soğuk, nemli ve iğrenç bir zindan…

Birkaç gün aç kalmaya alışkındım. Sokaklarda ve ardından ormanda yaşamak zorunda kalınca mecburen alışmıştım. Çünkü kurt adamlar, insanların yiyeceklerini yiyordu.

İnsan bu şekilde yaşamaya da alışıyordu. Alışmak zorunda kalacağını aklının ucundan bile geçirmediğin bir yaşam biçimine bile alışıyordun.

İri yarı adamın hücremin kilidini açtığını duydum, sonum gelmişti. Bana doğru yavaşça yürüyüp sol kolumu sert bir şekilde yakaladı. “Lütfen bana zarar verme!” diye bağırdım.

Bana sert bir tokat atıp, “Kapa çeneni!” diye bağırdı. Beni sürüklemeye başlayınca iyice panikleyip daha çok bağırmaya başladım.

Beni sert, metal bir şeye doğru fırlattı. Sırt üstü düştüm. Soğuk, sert beton zemine çarpınca acı içinde inledim.

Sürünerek uzaklaşmaya çalıştığım sırada onu, O’zaak’ı gördüm. Epeyce genç görünüyordu, yirmili yaşların ortasında gibiydi. Başını dizlerinin üzerine koymuş, bir köşede oturuyordu.

Kirli sarı saçları, omuz hizasındaydı ve dağınık görünüyordu. Üzerinde artık kirden kahverengiye dönmüş bir laboratuvar önlüğü, altında da siyah bir pantolon vardı. Başını yavaşça kaldırdı. Kahverengi gözleriyle acıyarak yüzüme baktı. Sonra iri adam, beni ayaklarımdan tutup sürüklemeye başladı.

Ben sert zemini tırnaklarımı kanatana kadar tırmalarken, adam beni zindanın dışına doğru sürükledi. Kendimi birdenbire güneş ışığının altında, nemli çimenlerde buldum. Deli gibi etrafa bakınmaya başladım. Dışarıdaydım!

Beni sürükleyen adam, beni döndürüp kaldırarak geniş omuzlarının üstüne attı. Saçları kısa, kıvırcık, koyu kahverengiydi. Oldukça uzun boyluydu, belki iki metreye yakındı. Vücudu da oldukça kaslıydı.

Tam bir dev gibiydi. Adam yürümeye başlayınca kurtulmak için çırpınmayı bıraktım. Etrafa bakınıp nereye gittiğimizi anlamaya çalıştım.

Ormanda yaklaşık on beş dakika sessizce yürüdükten sonra, nihayet yüksek bir binaya, kocaman beyaz bir şatoya vardık. Etrafta birkaç tane daha küçük bina vardı.

Etraf kalabalıktı, sanki dünyada her şey yolundaymış gibi gayet normal görünüyor, konuşup gülüşüyorlardı. Doğal durmayan güzellikleri yüzünden hepsinin kurt adam olduğunu anlamıştım.

İri adam, beni büyük binaya doğru götürürken kimse bana dikkat etmedi, sanki kaderimi anlayıp kabullenmiş gibilerdi.

Büyük bir oturma odasına benzeyen bir yere girdik. Burada her kim yaşıyorsa, çok zengin biri olmalıydı. Odadaki her şey, aşırı pahalı görünüyordu.

Hoş bir şeftali tonuna boyanmış duvarlarda, ustalıkla yapılmış çiçek ve kurt adam resimleri asılıydı. Odadaki her şey ilgi çekiciydi ve kraliyet ailesine ait hissi veriyordu.

İnce sesli biri, “Lewis!” diye seslendi. Yüzüm öteki tarafa dönük olduğu için kim olduğunu göremedim.

Beni taşıyan adam, beni dikkatlice yere bıraktı. Güçlükle ayakta durmaya çalıştım. Dengemi kaybedip yüzüstü kapaklanmamak için dua ediyordum.

Sol koluyla hâlâ beni sıkıca kavrayan iri adam, öteki koluyla uzun, kıvırcık saçlı ve mavi gözlü güzel kıza sarıldı.

Sokakta bulup giydiğim kirli, yırtık kot pantolonum, eski püskü siyah tişörtüm ve çamurlu, yırtık beyaz tenis ayakkabılarım yüzünden birdenbire kendimden utandım. Uzun, dalgalı siyah saçlarım kirli ve darmadağınıktı.

Deli gibi göründüğüme bahse girebilirdim.

Adam, “Seni özledim, benim güzel eşim,” deyip kadının dudaklarına bir öpücük kondurdu. Başımı çevirdim.

Sağ ayağım deli gibi ağrıdığı için ağırlığımı sol tarafıma verdim. Sanırım bileğimi burkmuştum. Ben hafifçe hareket edince çiftin dikkati dağıldı. Kadın, bana merakla bakarak, “Bir tane daha mı?” diye sordu.

Adının Lewis olduğunu artık öğrendiğim adam, sert bir şekilde, “Melissa,” dedi. “O, bir evcil hayvan değil. Alfa kralı yarın dönüp onun kaderine karar verene kadar hizmetçi olarak çalışacak.”

Melissa iç geçirip Lewis'e göz devirdi. “Yazık, çok da güzel bir kızmış. Umarım ona acır da fazla acı çektirmeden işini bitirir.”

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok