Alfa'nın Kurbanı - Kitap kapağı

Alfa'nın Kurbanı

Maron Williams

0
Views
2.3k
Chapter
15
Age Rating
18+

Summary

New Yorklu model Gemma, kendini Kanada’nın ıssız bir ormanında bulur. Caleb sürüsünün alfasıdır ve uzun zamandır eşini aramaktadır. Gemma'yı topraklarında bulduğunda, onunla birlikte olmaya mahkum olduğunu bilir. Onu kendisi için talep etmeye kararlı, ama Gemma kaderini kabul edebilecek mi?

Fazla göster

34 Chapters

Chapter 1

BÖLÜM 1

Chapter 2

BÖLÜM 2

Chapter 3

BÖLÜM 3

Chapter 4

BÖLÜM 4
Fazla göster

BÖLÜM 1

GEMMA

"Arabanın iyi olduğundan emin misin?" Elimde olmadan üçüncü kez sordum.

Eski pikabın motoru her an patlayacakmış gibi geliyordu. Ben de hayatımı böyle bir çöp yığını yüzünden kaybetmeyecek kadar çok seviyordum.

Dayım sevgiyle gösterge panelini okşadı.

"O yaşlı bir kadın. Biraz naz yapabilir."

"Nazıyla beni öldürmediği sürece..." diye mırıldandım.

"Bahse girerim büyük şehirde böyle bir güzellik bulamazsın," deyip kıkırdadı.

Lanet olsun, haklıydı ve bundan bayağı memnundum.

Pete dayı birkaç kez sohbet başlatmaya çalıştı; gerçekten denedik, ama birkaç cümleden ileriye gidemedik.

Kanada'nın kırsal kesiminden gelen elli yaşlarında bir tesisatçı ve New Yorklu yirmi dört yaşında bir model olarak, DNA'mız dışında ortak bir yanımız yoktu.

Bunun da ötesinde, dayım bir saat önce beni havaalanından alana kadar hiç karşılaşmamıştık.

Son birkaç aydır telefonda birkaç kez konuşmuştuk, ama sadece annemin durumu hakkında…

Amber Grove'a giden üç saatlik yolun geri kalanında sessizliğe razı olduk.

Annem on altı yaşındayken sıradan bir küçük kasaba hayatından uzaklaşmak ve bir Hollywood yıldızı olmak istediği için evden kaçmıştı. Klasik hikâye.

Sonunda, TV yapımlarında bazı küçük roller almış.

Yine de, ünlü ve evli aktör Steve Cortega'yla, yani babamla böyle tanışmıştı.

Birbirlerine aşık olmamışlar. Aralarındaki, asla olmaması gereken saf bir şehvet anıydı, ama olmuş ve işte şimdi ben de buradayım.

Uzun lafın kısası: Skandal, babamın kariyeriyle evliliğini neredeyse mahvetmiş ve annem, medya sayesinde kazandığı "adi yuva yıkıcısı" ününü kaldıramayarak uyuşturucuya düşmüş.

Ben on üç yaşındayken, rehabilitasyona gitti, ama bu, birçok ziyaretinden ilkiydi. Sonunda, vücudu artık dayanamadı, organ yetmezliği yaşamaya başladı.

Son dileği yabancılaştığı ailesiyle yeniden bir araya gelmek, doğduğu yerde ölmekti.

Dayımla küçük kardeşi, bu dileğini seve seve kabul etmişti. Bu yarım yıl önceydi.

Kanada'ya cenazesi için gelmiştim.

Amber Grove kırsalda tipik bir kasabaydı: Ana Cadde'de “Becky'nin Pastaları” gibi klişe isimleri olan bir grup bağımsız dükkan vardı.

Gördüğüm en yüksek bina iç katlıydı. Bir türlü aklım almıyordu ama girişteki tabelaya göre, burada tam olarak 1.351 kişi yaşıyordu.

Bu noktaya kadar, garip bir paralel evrene, sadece çocuk kitaplarında veya ucuz filmlerde var olan bir dünyaya adım atmış gibi hissettim. Her zaman bir şehir kızı olmuştum.

Hareketli Los Angeles'ta doğup büyümüş biri olarak, şehir bildiğim tek şeydi. Şu anda, dünyadaki herhangi bir metropolde çekim yapmadığım zaman, New York'ta yaşıyordum.

Yani, söylemek gerekirse, bu yolculuk benim için tam bir deneyimdi.

Dayım, pikabı garajının önüne park ederken mutlulukla "İşte geldik. Evim evim, güzel evim," diye bağırdı. Evi eski görünüyordu, ama ona bakıldığını ve ilgiyle korunduğunu görebiliyordum.

Ön veranda, çatıdan sarkan gaz lambaları, iki sallanan sandalye ve birkaç saksıyla dekore edilmişti. Rahat bir karşılama sunuyordu.

Dayım yanımda getirdiğim iki büyük bavulu bagajdan alırken inledi.

Şanslıydı, burada sadece üç gün kalacağımı düşünerek son dakikada üçüncü bir tane almaktan vazgeçmiştim.

Başlangıçta, sadece bir gece kalıp cenazeden hemen sonra New York'a geri dönmeyi planlamıştım.

Ama Pete dayım bu hafta sonu en büyük oğulları James'in doğum gününü kutlayacakları için beni kendisi ve karısı Susanne'la biraz daha uzun süre kalmaya davet etmişti.

Babamın ailesi bana her zaman bok gibi davranmıştı, bu yüzden ilk başta bu davete oldukça şüpheci yaklaşarak, reddetmek istedim. Benim için aile reddedilme, hakaret ve üzüntüye eşdeğerdi.

Öte yandan, bu alandaki korkunç deneyimlerimin temsili olmadığını biliyordum. Bunların üstesinden gelmek istiyorsam, yeni, iyi deneyimler yaşamaktan daha iyi bir yol var mıydı?

Tamam, bunlar terapistimin sözleriydi, ama kulağa mantıklı geldiği için sonunda kabul ettim.

Ayrıca, dayıma ve teyzeme, temelde onlara yabancı olmasına rağmen, son birkaç aydır anneme baktıkları için teşekkür etmek için en azından bunu yapabilirim diye düşündüm.

"Bekle baba! Sana yardım edeyim!"

Genç bir adam evden dışarı fırladı. Kuzenim James olmalı diye düşündüm. Benim yaşlarımdaydı, benden biraz daha uzundu ve kot pantolonla bir futbol takımının logosunu taşıyan kırmızı bir tişört giyiyordu.

Babasına kıyasla, ince yapılıydı, ama ikisi de aynı kısa sarı saçlara sahipti.

"Sen Gemma olmalısın. Tanıştığımıza memnun oldum. Ben James." Dudaklarında samimi bir gülümsemeyle beni selamladı.

"Merhaba James, ben de memnun oldum."

Açıkça kıyafetime bakarak, "Vay canına, bütün yolculuk bunları mı giydin?" diye sordu. Kabarık uzun kollu mavi askısız bir bluz, beyaz pantolonla kocaman bir kemer ve kırmızı yüksek topuklu ayakkabılar giyiyordum.

"Yani -beni yanlış anlama- muhteşem görünüyorsun, ama bayağı rahatsız duruyor."

Hakaret etmiyordu. Sadece dürüsttü ve bu özelliği hemen hoşuma gitti.

Omuz silktim.

"Güzellik acı tanımaz. İnsan alışıyor. Bu arada iltifatın için de teşekkürler."

Bana göz kırptı. "Bir şey değil." Bavullardan birini kaptı. "Aman tanrım! İçlerine taş mı koydun?"

"Evde mi bıraksaydım?" diye alay ettim.

Başını sallayarak "Kadınlar," diye mırıldandı.

Evin içine girer girmez burnuma köfte kokusu çarptı. Teyzem akşam yemeğini hazırlıyordu.

Susanne, düzgün bir topuz halinde topladığı uzun düz kahverengi saçları olan kıvrımlı minyon bir kadındı. Başka bir eyalette okuyan diğer oğulları Mason yarın bize katılacaktı.

Teyzem kendini tanıttıktan sonra, "Yemek yemeden önce daha rahat bir şeyler giymek ister misin, tatlım? Açıkçası, sana bakarken benim canım yanıyor," diye sordu.

Artık James'in açık sözlülüğünü kimden aldığını biliyordum.

"Kimseyi etkilemeye gerek yok. Sonuçta biz bir aileyiz," dedi.

James’in yirmi dakika uzaklıkta kendi evi olduğu için onun eski yatak odasında kalacaktım.

Yemek odasında diğerlerine katılmadan önce hızla daha rahat bir şeyler giydim: siyah tayt ve bol gri bir tişört.

Yemek lezzetliydi. Patates püresiyle bezelye yemeği tamamlıyordu. Susanne, yemek pişirme becerilerini övdüğümde gururla gülümsedi.

"Beğendiğine sevindim."

James, biraz hayal kırıklığına uğramış gibi, "Sadece yeşillik ya da havyar gibi süslü şeyler yiyeceğinden korkuyorduk," diye itiraf etti. "Ama hayır, sen neredeyse normal bir insansın."

Pete dayı bana özür dileyen bir bakış attı, ama James'in şaka yaptığını biliyordum. Ayrıca, hayatımda çok daha kötülerini duymuştum.

"Neredeyse derken?"

"Kendi seçiminle büyük bir şehirde yaşıyorsun." Sanki bir limon ısırmış gibi yüzünü buruşturdu.

Güldüm.

"Evet, çılgınca, değil mi?"

James ve Susanne’la konuşmak kolaydı. Kendimi beklenmedik bir şekilde hızla onları sevmeye başlarken buldum.

Her ikisi de kendilerini çok kaale almıyordu, bu yüzden birçok şeyde aynı fikirde olmasak da, anlaştık. Onlar benim bakış açıma saygı duyuyorlardı, ben de onlarınkine saygı duyuyordum.

Biz birbirimize sataşmaya devam ederken iyi kalpli Pete dayım bizi izliyordu ama ara sıra karısıyla oğluna şakalarını çok ileri götürmemelerini hatırlatıyordu.

Akşam yemeğinden sonra, Pete bana annemin eşyalarını düzenlemem için kaldığı misafir odasını gösterdi. Yatağıyla bağlandığı makineler de hâlâ oradaydı.

Bahçenin güzel manzarasına bakan büyük bir pencereye sahip aydınlık bir odaydı. Son nefesini vermek için iyi bir yerdi. Pencerenin yanındaki duvarda fotoğraflardan oluşan bir kolaj vardı.

Bazı rollerinde, Oscar töreninde, bazı ünlü arkadaşlarıyla, benimle ya da tek olduğum bir sürü fotoğraf.

İlişkimiz gergindi diyebilirim, ama beni fotoğrafımı asacak kadar umursadığını görünce, yutkunmadan edemedim.

"Seni gerçekten seviyordu, evlat." Dayım arkamdan gelip beni teselli etmek için omzuma elini koydu.

"Bunu sana bir ebeveynin göstermesi gerektiği gibi göstermemiş olabilir, ama sen onun sahip olduğu en değerli şeydin. Senden çok bahsederdi ve seninle ne kadar gurur duyduğunu anlatırdı," dedi.

“Ben onun için bir para kasası ve bir kum torbasıydım. Ne daha fazlası ne de daha azı,” derken sesim sertti.

"Bana bir kez bile ne istediğimi sormadı. Her şey onunla ilgiliydi. Onun hayalleri, ~onun~ üzüntüleri, ~onun~ başarıları... Bencildi ve bunun için onu affedemiyorum."

Bunu bir kere olsun psikiyatristimden başka birine yüksek sesle söylemek, iyi hissettirdi.

Pete, kız kardeşini savunarak, "Annen bazı kötü seçimler yaptı ve onlarla başa çıkamadı. Bu talihsiz bir durum, ama aynı zamanda o da sadece insandı," dedi. "Yalnızdı ve doğrusu nasıl yapılır bilmiyordu. Ona karşı çok sert olma."

Dudak büktüm. "Deneyeceğim."

Pete dayım başını sallayıp, annemin yanında getirdiği birkaç şeye sakince bakabilmem, neyi saklayacağıma ve nelerden kurtulacağıma karar verebilmem için odadan ayrıldı.

İşim bittiğinde, Susanne ön verandada çay içmek için ona katılmamı teklif etti. Gece yaklaştığından dolayı hava biraz soğuk oldu. Bir hırka giyip yanındaki büyük sallanan sandalyede yerimi aldım.

"Susanne?"

"Evet, tatlım?"

"Teşekkür ederim. Bunca ay anneme bakmak, cenazesine ev sahipliği yapmak... Sizler iyi insanlarsınız."

Elimi tutup uzun bir süre sıktı.

Birdenbire bir kurdun uluması geceyi kesti.

"Hiçbir tane gördün mü?" diye sordum. "Yani, bir kurt."

"Gördüm." Gözlerinde garip bir parıltı vardı. "Gerçekten büyüleyici yaratıklar."

"Aslında ben daha çok bir kedi insanıyım," diye itiraf ettim. Daha yeni yürümeye başlayan bir çocukken bir köpek tarafından ısırılmıştım ve korkumun üstesinden gelmeyi asla başaramadım. Her türlü köpekten korkardım.

Susanne güldü.

"Eh, herkesin bir kusuru var..."

***

Mortisyen, annemi son yolculuğuna müthiş bir şekilde hazırlamıştı.

Yıllarca süren uyuşturucu bağımlılığının ve son acı verici ayların izleri kalın bir makyaj tabakası altındaydı.

Ondan aldığım çilek sarısı saçları yumuşak dalgalar halinde yanlara dökülüyor, kırmızı yüksek topuklu ayakkabılarla birlikte dizüstü parlak kırmızı bir elbise giyiyordu.

Bu hoşuna giderdi.

"Güle güle, anne." Son kez, soğuk elini tuttum. "Seni seviyorum."

Her şeye rağmen, o benim annemdi ve bana bir şekilde kendi çarpık tarzıyla değer verdiğini biliyordum.

Bu noktaya kadar, onun için ağlayamadım. Onu bir daha asla görmeyeceğimi, sesini bir daha asla duymayacağımı tam olarak anlamam biraz zaman alacaktı.

Annemin bağımlılığı onu izole etmişti. Sonunda yapayalnız kalana kadar yıllar içinde arkadaşları teker teker onu bırakmıştı. Bu yüzden buradaki tek Amerikalı bendim ve konuk listesi oldukça mütevazıydı.

Annemin en büyük erkek kardeşi, onun karısı, birkaç kuzen, üç teyze ve bir amca, artı Pete, Susanne, James ve benimle toplam on dört kişinin katıldığı bir törendi.

Yine de, beklediğimden daha fazlaydık.

Pete her aile üyesini benimle tanıştırdı ve herkesle kibarca selamlaştım, ama anında bana katlanamadıklarını hissettim.

Görmediğimi düşündüklerinde bana küçümseyici bir şekilde bakıyorlardı ve arkamdan fısıldadıklarını biliyordum.

Bu konuda tamamen masum olmayabilirim, çünkü onlara attığım bakışlar da muhtemelen o kadar etkileyici değildi ve yanımda bir arkadaşım olsaydı, ben de onlar hakkında dedikodu yapardım.

Zaten hepsi magandaydı. Neredeyse satiriklerdi diyebilirim.

Giysilerinden dillerine ve yüzlerine kadar onlarla ilgili her şey, taşralılıklarını haykırıyordu ve bu insanlar normalde sosyalleşeceğim türden insanlar değildi.

Onların dünyasını anlamıyordum ve onlar da kesinlikle benimkini anlamıyordu. Annemin bir zamanlar onlardan biri olduğunu hayal etmek zordu ve neden kaçtığını anlamaya başladım.

"Birbirinize ısınmak için biraz zamana ihtiyacınız var." Susanne beni neşelendirmeye çalıştı, ama kendisinin de gerçekten ikna olmadığını görebiliyordum.

Annemi gömdükten sonra herkes Pete'in evine gitti. Güzel bir yaz günü olduğu için bahçede barbekü yaptık.

Pete dayı ve erkek kardeşi barbekünün başındayken, tatlı James büyük teyzelerini eğlendiriyordu ve Susanne teyze herkese bakmakla meşguldü.

Ben de garip bir şekilde ucuz bahçe sandalyesine oturup sahneyi izledim.

Susanne aniden bana döndü. "Gemma, tatlım, buzdolabından bir şişe sos getirir misin?"

"Tabii ki."

Aslında bir kereliğine bana bir görev verildiği için mutluydum.

Eve girdiğimde mutfaktan iki ses duyup içgüdüsel olarak durdum. Annemin en büyük erkek kardeşi Benji dayım ve karısıydı.

Benji, "Pete tam bir aziz. Altı ay boyunca kız kardeşimizle nasıl başa çıkmayı başardığı hakkında hiçbir fikrim yok. Muhtemelen ilaç kullandığı ve yatakta çürümekten başka bir şey yapamadığı içindir,” dedi.

Bira şişesinden büyük bir yudum almadan önce, "O kibirli fahişe hak ettiğini buldu," diye devam etti. "Ve kızı da tıpkı annesi gibi.”

"Biz sıradan insanlar için çok iyi olduğunu düşünen büyük şehir orospusu. Öyle bir sürtüğü evime asla almazdım."

Angela öfkeyle on üç yaşındaki beni ve bavullarımı işaret ederek, "O küçük orospuyu eve almamı mı istiyorsun? Sen aklını mı kaçırdın, Steve?" diye hırıldadı.

Babam, "Bunu isteyerek yaptığımı mı sanıyorsun?" diye sordu. "İnan bana, o kızdan senin kadar nefret ediyorum, ama medyanın bizi izlediğini biliyorsun.”

"Başlıkları hayal edebiliyorum: Steve Cortega, kendi kızını reddeden soğuk kalpli süperstar. Başka seçeneğimiz yok, Angie!"

Bu onu sakinleştirdi. Dudaklarını sıktı ve sahte göğüslerinin üzerinde kollarını kavuşturdu.

"Peki," diye çıkıştı. "Ona daha ne kadar dayanmamız gerekecek?"

Gözlerimin köşesinden, Pete'in araba anahtarlarının duvarda asılı olduğunu gördüm ve fazla düşünmeden, onları kapıp ön kapıdan dışarı fırladım. Burada bir dakika daha kalamazdım. Mümkün değildi.

Eski pikabın motorunu çalıştırmak için anahtarı birkaç kez çevirmek zorunda kaldım. İlk kavşakta, Amber Grove'u çevreleyen ormanın yönüne döndüm.

Şu anda ihtiyacım olan şey insansız bir yerdi.

Ormanın derinliklerine doğru sürürken tek isteğim toplumdan mümkün olduğunca uzaklaşmaktı. Evlilik dışı doğmuş olmam benim suçum değildi!

Annemin beni akrabalarımızdan uzak büyük bir şehirde büyütmesi ve sonunda bir bağımlıya dönüşmesi benim suçum değildi! Bu saçmalıkları ben istemedim!

Motordan yüksek bir puf sesi geldi ve araba aniden durdu. Kaputtan dumanlar yükselmeye başladı.

"Harika, tam da daha da kötü olamaz derken..." diye küfrederek hasarı incelemek için pikaptan çıktım. İşte o zaman yolun toprak bir patikaya dönüştüğünü fark ettim.

Oldukça ileri gitmiş olmalıydım. Kelimenin tam anlamıyla hiçliğin ortasındaydım ve daha da kötüsü, cep telefonum yanımda değildi.

Sürücü kabinini aradım, ama sadece bir paket eski sakız, bazı kirli paçavralar, bir el feneri ve iki su şişesi buldum. Gözlerimi dikiz aynasından sarkan küçük İsa heykelciğine diktim.

"Bu gerçekten gerekli miydi?" diye ona homurdandım. "Ben sana şimdiye kadar ne yaptım?"

Yorgun düşmüş halde, başımı direksiyona dayadım, gözyaşlarımla savaşıp kendimi toplamaya çalıştım.

Derin bir nefes alıp patika boyunca biraz yürümeye karar verdim. Belki de burada bir yerlerde bir avcı kulübesi ya da bir kamp alanı falan vardı.

Burada oturup kendime acımak beni kesinlikle hiçbir yere götürmeyecekti.

Neyse ki, işim sayesinde yüksek topuklularla yürüme konusunda ustaydım ve uzun süre onlara yürümeye de alışkındım. Yine de süper bir duygu değildi.

Bir süre sonra, sol tarafımdaki ağaçların arasından sanki bir şey benim yönüme doğru koşuyormuş gibi bir hışırtı duyuldu.

Güneş gözlüklerimi çıkarıp gürültünün kaynağını bulmak için arkamı döndüm ve anında arabada kalmadığım için kendime küfrettim. Büyük bir karanlık bir şey insanlık dışı bir hızla bana doğru koşuyordu.

İlk başta, bir ayı olduğunu düşündüm, ama ikinci bakışta, bir kurt olduğunu anladım. Hayvan çok büyüktü: Sıradan bir kurdun en az dört katı büyüklüğündeydi.

Geriye doğru tökezledim, bacaklarım deli gibi titriyordu. Canavar kurt aramızda bir metre bırakarak durdu.

Neredeyse huzurlu bir şekilde, birkaç saniye orada durdu, ama kocaman kara gözleriyle bana bakmaktan başka bir şey yapmadı. Sonra birden zıplayınca çığlık attım.

Boynumu hedef alırken beni yere itti. Ben de onu itmeye çalıştım, ama tabii ki umutsuz bir hareketti. Boynumu tam ısıracakken bıraktı.

Şimdi hayvan üzerimde süzülüyor, sanki zarar vermeye niyeti yokmuş gibi koyu siyah gözleriyle beni inceliyordu. Titreyen parmaklarımı ağrıyan boğazıma kaydırdım.

Parmaklarım kanla kaplı olarak geri döndü. Taşlaştım, gözlerimi canavarla kilitledim.

Ne istiyorsun? Hadi, başladığın şeyi bitir! Daha ne bekliyorsun?

Yavaşça sürünerek uzaklaşmaya çalıştım, ama fark eder etmez, kızgın bir hırıltı çıkarıp dişlerini gösterdi. Hareket etmemem için bir uyarıydı. İtaat etmekten başka çarem yoktu.

Ne kadar süre böyle kaldık bilmiyorum. Belki on dakika, belki yirmi dakika, belki yarım saat.

Bir noktada, vücudumun içinde garip bir kaşıntı hissetmeye başladım. Kaşıntı yerini dayanılmaz bir acı alana kadar büyüdü. Tek istediğim oracıkta ölmekti.

Tüm kemiklerim birbiri ardına kırılmaya başlarken damarlarımdan lavların aktığını hissettim. Vücudum parçalanıyorken çığlık atıp ağladım. Tam anlamıyla cehennemdeydim.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok