Esaret - Kitap kapağı

Esaret

Onaiza Khan

Bölüm 3

Öğleden sonra üçte gök gürültüsünün sesine uyandım.

Daniel'dan hâlâ iz yoktu. Masada herhangi bir yiyecek de olmadığını görünce iyice sarsıldım.

Kendimi aç, yapayalnız, terk edilmiş hissediyordum.

Bunun daha önce hiç olmadığını fark edince aklıma tuhaf düşünceler gelmeye başladı.

Daniel hiç kuşkusuz polis ya da başka bir çeteden kaçan, herhangi bir sorun yaşamamak için de beni de geride bırakan bir suçlu olabilirdi. Belki de birisi tarafından öldürülmüştü.

Ya da benden sıkılıp rutin işkenceyi ve sorun çıkarmayı bırakıp yeni bir şey ya da yeni birilerini aramaya koyulmuştu.

Bu teorilerin hiçbirini etraflıca düşünmeme fırsat kalmadan tekrar yağmur bastırdı.

Doğrusu beni iliklerime kadar korkutmakta mükemmel bir iş çıkarıyordu. “Artık yapayalnızsın,” der gibi alay ediyordu.

Korkumu bastırmak için televizyonu açıp Lost’a devam ettim.

Birkaç bölüm izledikten sonra karnım guruldamaya başladı. Açlık duygum korku ya da güvende olma duygularımdan ağır basıyordu.

Kapıyı açmayı denesem de bir kodu olduğu için başaramadım.

Açlıktan ölüyor olmama rağmen ne yapacağımı ya da nereye gideceğimi bilmiyordum.

Gidip pencereden baktım. Evin bu tarafından görülebilen dağlarla küçük bir yol dışında bir şey görünmüyordu.

Garaj yolu ile giriş kapısı evin çaprazındaydı, bu yüzden camdan el sallamaya devam etsem bile birinin görüp yardıma gelmesi mümkün değildi.

Gördüğüm küçük yol karla kaplıydı. Temmuz ayı için biraz sıra dışı olsa da bu kadar yüksek dağlarla çevrili bir yer için tamamen imkânsız değildi.

Belki hizmetçiler de kar yüzünden gelememiş, Daniel da bir yerlerde sıkışıp kalmıştı. Her zamanki akışımızın bozulmasının sebebi bu küçük hava muhalefeti olabilirdi.

Yatağa geri dönüp art arda sekiz bölüm Lost izledim. O gizemli kapağı bulan John ile Boone kapağı açmayı bir türlü başaramıyorlardı.

Bu sahne bana dün geceki küçük maceramı hatırlatınca tekrar aşağı inmek istedim. Tabii, yine ölümüne korkuyordum. Saat neredeyse on olduğu için bodrum muhtemelen çok karanlıktı.

Şu an bulunduğum yerde de yeterince güvende olmadığıma kanaat getirince yanımda bir acil durum ışığı ya da telefon ışığı olmasını dileyerek yavaşça aşağı indim.

Bu sefer çok daha dikkatliydim. Dört sıra merdiven indikten sonra başka merdiven olmadığını görünce Tanrı'ya şükrettim. Bu kadar aç birisi için gerçekten yorucuydu. Bir daha ne zaman yemek kokusu alacağımı Tanrı biliyordu.

Bütün günü korku ve endişe içinde geçirmiş olmama rağmen tek bir ses bile duymadığımı fark ettim. Şu anda da hiç ses duymayınca önceki ziyaretimde yaşadıklarımın gerçekliğini sorguladım.

Tek görebildiğim şey zifiri karanlıktı. Rastgele yürümeye devam edip bir sandalyeye çarptıktan sonra duymayı deli gibi beklediğim sesi duydum.

“Kim var orada?”

Hem karanlık hem de kısık bir sesti. Neden karanlık dediğimi bilmiyordum. Sebebi muhtemelen etrafın zifiri karanlık olması olsa da seste doğal olmayan bir şeyler vardı.

Odadaki sessizlikle birleşince kulağa çok korkunç geliyordu.

“Benim,” diye fısıldadım.

Kim olduğum hakkında hiçbir fikri olmayan bir yabancıyla konuştuğum düşünülürse bu söylediğim çok saçmaydı.

Ancak şu anki durumum göz önüne alındığında mantıklı ya da incelikli konuşmam beklenemezdi. Aslında, bunu sorgulamaya bile vaktim yoktu. Bu yüzden bir dizi soru sormayı tercih ettim.

“Kimsin ve neden buradasın? İşkence mi görüyorsun? Görüyorsan niye görüyorsun? Seni buraya Daniel mı getirdi?”

Gözlerim karanlığa alışmaya başlayınca demir zincirlerle sandalyeye bağlı olduğunu gördüm. Hem de bir dinozoru bağlayacak kadar büyük zincirlerle…

O zincirlere bağlı olan ben olsaydım birkaç saat içinde ölmüş olurdum. Şu an bütün korkularım gerçeğe dönüşüyor gibiydi. Demek gerçekten korkmak böyle bir şey, ~diye düşündüm.

“Önce ben sordum,” dedi, gelişigüzel bir şekilde.

Cevap vermesini bekliyor olsam da sesi de yine ürkütücü gelmişti. “Önce ben sordum,” derken ne kastettiğini de ilk başta anlamamıştım. Açlıktan ne sorduğunu bile hatırlamıyordum.

Konuşmaya ilk başladığımızda bu durumdaki bir kişinin beni aniden karşısında görünce korkacağını düşünmüştüm.

Ancak oldukça sakin ve rahat görünüyordu.

“Burada yaşıyorum. Aslında burada esir tutuluyorum. Tıpkı senin gibi,” dedim, yumuşak bir sesle. Nedenini henüz bilmesem de sohbeti bir şekilde ilerletmek istiyordum.

Tam önünde durduğum için beni baştan aşağı süzdü.

Sonra boğazdan gelen, derin bir sesle, “Oldukça normal bir insana benziyorsun. Küçük, zararsız bir yavru kediden farksızsın. Seni neden esir tutsun ki?” dedi.

Bana normal bir insan demesi kendisinin normal olmadığını mı gösteriyordu? Sohbete devam edebilmek için tüm cesaretimi toplamak zorunda kaldım.

“Evet. O zaman sen de öfkelendiğinde bir ejderhaya dönüşüyorsun sanırım, değil mi?” deyip korkumu bastırırcasına güldüm.

O da güldü. Hem de babamınki gibi gerçek, içten bir gülüşle..

O an, küçük şeylere takılıp asıl olup biteni kaçırdığımı fark ettim.

“Hayır, hiçbir şeye dönüşmüyorum. Beni burada tutmasının sebebi ateş geçirmez olmam,” dedi, nazik bir ses tonuyla.

Ben ne cevap vereceğimi düşünürken devam etti:

“Beni bir kızı yangından kurtarırken görmüş. Cildimde en ufak bir yanık bile olmadığını fark edince şüphelenip lanet olası sırrımı öğrenmek için buraya getirmiş.”

Bütün bunları algılayabilmem zaman aldı.

Demek Daniel bu adamı ateşten etkilenmediği için buraya getirmişti. Böyle bir şey yaptıysa bundan kesin olarak emin demekti. Kimse sadece şüphelendiği için adam kaçırmaya kalkmazdı.

Adamın korktuğumu anlamaması için soğukkanlı bir şekilde konuşmaya devam ettim:

“Yani, Daenerys Targaryen gibisin, ha?”

“Anlamadım, o kim?”

Daenerys'i tanımadığına göre Game of Thrones ~dizisini izlememiş demekti. Çok önemli olmasa da konuşabileceğimiz konulardan biri daha eksilmişti.

“Bir TV dizisinden bahsediyorum. Adı Game of Thrones. ~Sanırım sen izlememişsin,” dedim.

Game of Thrones mu? Evet, büyükannem o saçmalığı izliyordu. Çılgın kadın…”

“Ailende başka kimler var? Yani, büyükannen dışında?”

Yine saçma bir soru sormuştum. İnsan böyle bir durumda niye ailesini sorardı ki?

“Büyükbabam var. Annemle babam ben küçükken öldüler. Senin?”

“Anne, baba ve bir kız kardeş…” Gözümün kenarında bir yaş birikince konuyu değiştirdim.

“Yani gerçekten yanmıyor musun?”

“Evet ve yaralarım da hemen iyileşiyor. Bu orospu çocuğu da beni tekme tokat dövüp yaralarımın gözünün önünde iyileşmesini izliyor.”

Yaraları bu kadar çabuk kapandığına göre bir vampir de olabilirdi ama ateş vampirlere zarar veriyordu…

O zaman Wolverine gibiydi. Ancak büyük ihtimalle Wolverine'i de bilmediğine göre bunu gündeme getirmenin bir anlamı yoktu.

Sonra tüm bu anlattıklarının “normal bir insana” ağır gelebileceğini anladığını gösteren bir sessizlik oldu. Sonuçta insan böyle şeyleri sadece filmlerde ya da dizilerde görürdü.

Düşüncelerim insanüstü bedeniyle nasıl baş ettiği etrafında dönüp duruyordu. Sessizliği böldüğünde gerçekte nasıl bir varlık olduğunu anlamaya çalışıyordum.

“Senin adın ne, güzelim?”

İşte bu her şeyi değiştirdi. Öfkelendim, kafam karıştı… Neredeyse ağlamak istedim. Ancak zayıf görünmemek için kendimi tuttum.

Cevap olarak, “Neden sana söyleyeyim ki?” dedim.

Sonra arkama bile bakmadan koşarak yukarı çıktım. Tüm pencereleri, kapıları ve son olarak da kütüphanenin kapısını kapattım.

Odama kavuşunca yüksek sesle ağlamaya başladım. Boğulur gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Birden kapının kilidi açıldı.

Daniel eşikte duruyordu.

Ona hiç bakmadan ağlamaya devam ettim. Orada olup olmadığı umurumda bile değildi. Artık zayıflığımı saklayacak kadar güçlü değildim. Daniel bir anda önümde diz çöküp gözlerime baktı.

Israrla, “Ne oldu, tatlım? Neyin var?” diye sorduğunda sahip olduğumu bile bilmediğim bir güçle bağırdım:

“Benim adım ne?”

“Aman Tanrım! Buna mı ağlıyordun, Norah?”

“Yalan söylüyorsun,” dedim. Adımın Norah olmadığına, bana yalan söylediğine emindim.

“Neden sana yalan söyleyeyim, tatlım?” derken çok samimi görünüyor olsa da inanmıyordum. Tecrübelerim bana ona inanmamayı öğretmişti. Yeterince kandırılmıştım.

“Çünkü beni delirtmeye çalışıyorsun. Nasıl oluyor da senin adını hatırlarken kendi adımı hatırlamıyorum? Bana ne yaptın?”

Onu hazırlıksız yakalayıp kafasını karıştırmış olsam da her zamanki gibi manipüle edici bir cevap vermekte gecikmedi:

“Hiçbir şey yapmadım. Sadece streslisin. Neden akşam yemeği yiyip biraz uyumuyorsun? Bak, en sevdiğin pizzadan aldım.”

Onu kenara itip yatağa uzandım. Hiçbir şey yemek istemiyordum. Bana ne yedirdiğini bile bilmiyordum. Hiçbir şey hatırlamıyor olmamın sebebi yemeklerime ilaç koyuyor olması bile olabilirdi.

Gerçekten de hatırlamadığım çok şey vardı. Anne babamın ismini bile hatırlamıyordum. Yüzlerinin gülümsediğini, küçük kız kardeşimin evin içinde koşuşturduğunu görebiliyordum. Ama aklımda ne bir isim ne de bir numara vardı…

İlk defa ölmek istediğimi fark ettim. Hem de hemen ölmek istiyordum. Ama Daniel izin buna vermezdi. Bu yüzden kütüphane penceresinden atlamak için o gidene kadar beklemeye karar verdim. Ertesi gün ilk işim buydu…

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok