Azrail'in İddiası: Final - Kitap kapağı

Azrail'in İddiası: Final

Simone Elise

Neyse O

Roach

Bir yıl önce Şeytan’ın Oğullarının başkanlığından istifa ettiğimde, bunun daha az stres anlamına gelmesi gerekiyordu. Restorana dönüşen kulüp evimde artık kavga durdurmak yoktu. Diğer motorcu çeteleri arasında arabuluculuk yapmak ya da polislerin kapımı kırmasından endişe etmek yoktu.

Sakin olmam gerekiyordu. Kalp krizimden sonra doktorun emri buydu.

Kimmie’nin desteğiyle daha iyi besleniyordum. İçkiyi ve hatta sigarayı bile bırakmıştım.

Saçlarım ne kadar ağarmış ve seyrekleşmiş olursa olsun, onlar rüzgârda savrulurken güneşi arkama alıp açık yolda motosikletimi sürüyor olmalıydım. Belki de Abby’yi örnek alıp tüm saçlarımı kazıtabilirdim.

Yine de burada, benim restoranım ~olan Harrisons Restaurant’ın müdür odasında oturmuş, aynı anda dikkatimi vermem gereken çalışan çizelgesi, envanter ve faturaları gözden geçiriyordum.

Yemin ederim bu daha ~stresli ve ~daha az ~eğlenceliydi.

“Şu halime bak,” diye iç geçirdim. “Restoran başarılı olduğu için şikâyet ediyorum. Hepsi senin sayende, bebeğim.”

Masamın üzerindeki çerçeveli fotoğrafa baktım.

Kızlarımın eski bir fotoğrafıydı, saçlarının uzun ve özgür olduğu zamanlardandı. Kim’in saçları Abby’yle yaşadığı bir tartışma yüzünden yeni kızıla boyanmıştı. Çok yakışmıştı ve bir süre daha öyle kaldı ama sarı saçlarının tekrar uzadığını görmek de güzeldi. Bu, renklerini değiştirdiğini göstermenin sessiz ve anlamlı bir yoluydu.

Partilemeyi bırakıp sağlığımla ilgilendi.

Hatta doktor olmak için okula gitme konusunda ciddileşmişti.

Kendi deyimiyle, Kim vahşilikten uysallığa geçmişti.

Fotoğraf bulanıklaşırken kapı hafifçe çalındı.

“Patron?”

Öfkeyle yüzümü buruşturdum. “Ne var?”

Gitz kafasını içeri uzatıp, “Çemberi kurmamı ister misin? Yakında her yer motorcularla dolacak.” dedi. Ya kızarmış gözlerimi görmemeyi tercih etmişti ya da açıkça görmezden gelmişti.

Kendimi masadan uzaklaştırırken, “Hayır,” diye homurdandım. “Ben yaparım. Doktorumun dediğine göre egzersize ihtiyacım var.”

Bunun üzerine, başıyla onayladı ve kapıyı aralık bırakarak geri çekildi.

Artık orijinal Şeytan’ın Oğullarından biri daha değişmişti. Eskiden aptalın teki olduğunu düşünürdüm, ama kafatasının içinde biraz beyin olduğu ortaya çıktı. Sayılarla arası iyiydi ve... Kim ne diyordu? Evet, restoranda bir hava ~yaratmak için harikaydı.

Mekân ve üyeleri bir yıl içinde hayal edebileceğimden çok daha fazla değişmişti.

Eski kulüp binası tavandan yere kadar ahşap panellerden oluşuyordu. Neon tabelalar ve TV’lerle kaplıydı, dökülen bira ve sigaralardan leş gibi kokuyordu. Bazen, yazın hava sıcak ve nemli olduğunda, hâlâ duman kokusunu alabiliyordum.

İğrenç bir kokuydu ama çok severdim.

İlk önce, sadece rahatsız edici posterleri indirmiş, bir ya da iki bilardo masasını kaldırmış ve duvarlara bir kat boya atmıştık. İyi bir başlangıçtı. Ta ki arkadaşlardan bazıları hayvanlık edip bir duvarı kırarak altındaki tuğlaları ortaya çıkarana kadar…

Kim o kadar beğendi ki, ahşap döşeme de dahil olmak üzere tüm panelleri söktük, betonla tuğlaları ortaya çıkardık.

İşte o zaman Gitz devreye girdi, açık bir kat planı ve anlamadığım diğer şeylerle birlikte endüstriyel ama ev gibi bir histen bahsetti ve böylece, daha da yenilenmiş Harrison’s bizim oldu. Kulüp odaları arasındaki kapıları ve duvarları yıkarak, masalarla küçük koltuklar için daha fazla alan oluşturduk.

Ofisimden çıkıp bar boyunca yürüdüm. Sabah güneşinin ışığında bardakların parıldadığını görmek güzeldi. Raflara cam koymak Abby’nin önerisiyken, onları hiç kullanmamak da Kim’in kuralıydı.

Sırf görüntü olsun diye…

Kimmie akıllıca davranmıştı çünkü Şeytan’ın Oğulları ne kadar ıslah olmuş olursa olsun, biz hâlâ zarafetten yoksun bir avuç kalın kafalı motorcuyduk.

Ama lanet olsun ki deniyorduk. Gerçekten çok çalışıyorduk, Kimmie.

Gitz, Harrisons’ın ön binasını öğle yemeğine gelecekler için hazırlarken ben de üyelere özel salona yol aldım. Burası Abby’yle Azrail’in fikriydi: Şeytan’ın Oğulları’nın işlerini meraklı gözlerden uzakta yürütebilecekleri bir yer.

Bir önceki gün gerçekleşen Avoca baskını hakkında akşam yapacağımız bilgilendirme toplantısı gibi…

Baskın iyi geçmişti ama Azrail de Abby de eve asık suratla dönmüştü.

Her halükârda, restoranı ve beraberinde getirdiği her şeyi çok seviyorduk ve durum yıllar önce başladığımdan çok daha farklıydı, ama biz hâlâ bir motorcu çetesiydik. Kimmie yerleşkeyi kurtarmış olabilirdi ama Şeytan’ın Oğullarını ve dolayısıyla Yılan Vadisini kurtaran Abby’ydi.

MOL barının arkasına ilerledim ve Gitz’in çoktan sandalyeleri getirip istiflemiş olduğunu gördüm. Tek yapmam gereken onları yerleştirmekti.

Adi herif, ben o kadar yaşlı değildim.

Yine de gülümsedim.

Katlanır sandalyeleri çıkarıp daire şeklinde dizdim. Kulübümüzde çalışmaktan garsonluğa geçmiş olan Rena, kahveyle bisküvileri getirdi. Motorcu yeleklerini giymiş motorcular içeri girdiğinde basılı bildirimizi son sandalyeye yerleştiriyordum. Ox’la Brad gibi müdavimler kasıla kasıla geçtiler. Toms kadar kendilerinden emin bir şekilde, atıştırmalıklara yöneldiler ve çıkarken Rena’ya teşekkür ettiler. Yeni yüzler, üye adayları ve inisiyeler ürkek adımlarla içeri giriyor, katılmak istedikleri motorcu kulübünün burası olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı.

Bazen değildi.

İşte bu yüzden Tanışma Günü ~harika bir destek ve yıldırma grubuydu.

“Tanışma Günü!” diye bağırdım.

Motosikletçiler de, “Selam,” diye karşılık verdi.

Bu oturmaları için bir işaretti: Müdavimler oturdu, yeniler de hemen onları takip etti.

Çemberin başında durup bildiriyi aldım ve yüksek sesle okumaya başladım. Diğer üyeler de hızla bana katıldı:

”Bir siktir, iki siktir, üç siktir ve dört.

İşte istemediğim bir bildiri.~

Artık salaklık etmiyorum.~

Ya da yürüyen, konuşan bir aptal değilim.~

Uyuşturucu ya da aranan aptallar tarafından tuzağa düşürülmedim.~

Olmaz diyenlere inanmıyorum.~

Çünkü yeleğimin ya da söylenenlerin aksine,~

Bu kahrolası tanışma gününe geldim!”~

Abby

Neyse o...

Bu sözden hep nefret etmişimdir.

Ne anlama geliyor ki?

Eğer bir köpek köpekse ve başka bir şey olamazsa... İşte, o zaman neyse odur. Yapacağınız hiçbir şey bu gerçeği değiştiremez. DNA’sından kusmuğunu yemeye olan inkâr edilemez sevgisine kadar, bir köpek köpektir.

Öyledir. Neyse odur.

Pekâlâ.

Anladım.

Bu ifade durumsal olarak mı kullanılır? Diyelim ki yağmur yağmaya başladı ama şemsiyenizde kocaman bir delik var ya da son kurabiyeyi tuvalete düşürdünüz; neyse o...

Şemsiyenize yama yapamazsınız.

O kurabiye artık yüzen bir boktan başka bir şey değildir.

Hiç şans yoktu. Çok kötü, çok üzücü...

Neyse o. Bu kadar.

Bunu değiştiremezsin. Tamir edemezsin. Tuvaletten çıkarıp yine de yiyemezsin.

Ben buna ne derim biliyor musunuz?

Hadi oradan!

Yağmuru benimseyecektim ve içinde çıplak yürüyeceğim. Kendi kurabiyelerimi pişirecektim.

Bunu değiştirebilirdim.

Ben her şeyi ~değiştirebilirdim.

Yüzüme sıçrayan boya sonunda beni yaptığım işe geri döndürdü.

Motorcu yerleşkemizden yasal bir çiftliğe dönüşen silah poligonunun yanındaki stüdyomdaydım. Bazıları art arda gelen silah seslerini rahatsız edici bulabilirdi ama ben sakinleştirici buluyordum. Hatta rahatlatıcı... Kim buna gereksiz agresiflik diyebilirdi ama ben katılmıyordum.

Zaten bu konuyu tartışmak üzere yanımda da değildi.

Palet bıçağımı tekrar yapışkan neon pembe boyaya daldırdım, fazlasını tuvalin üzerine fırlatıp oluşturduğu deseni ve kavisi inceledim. Kan sıçramış gibi görünüyordu.

Mükemmeldi.

Yüzey, siyah darbeler ve katmanlı dokulardan oluşan bir kütleydi. Pembe, sarı ve turkuaz renklerdeki baş döndürücü çizgiler öfke ve kafa karışıklığının kakofonisi içinde bana bağırıyordu.

Peki ya bu karmaşanın merkezinde?

Tanıdık soluk bir yüz vardı.

Yüz hatları güçlü ve sinsiydi, gözleriyse bomboş siyah havuzlardı.

Alnında, iki uzun siyah şeytan boynuzunun arasında cızırtılı bir nişan hattı vardı.

Azrail arkamdan yorum yaptı. “Böyle takıntı yaparak sadece onun kazanmasına izin verdiğini biliyorsun.”

Onu görmezden geldim, palet bıçağını önlüğüme sildim ve sıradaki turkuaza batırdım. Bu lekeler daha yumuşaktı, hafifçe dağıldılar.

“Birkaç gece önce üzerinde çalıştığın şey bu muydu?” diye sorarak konuyu değiştirdi.

“Hayır,” diyerek stüdyonun ilerisindeki daha küçük bir tuvali işaret ettim. “O bir otoportre.”

Azrail yaklaşıp figürü inceledi. Yuvarlak, yumuşak yüz hatlarına, büyük mavi gözlere, şık siyah bir motosikletin üzerine eğilmiş gülümseyen dudaklara baktı.

“Bu sen değilsin,” diye suçladı. “Bu Kim.”

“Aynı şey,” diye omuz silktim.

“Hiç de değil,” diyerek dönüp bana baktı. “Sen benim kim olduğumu sanıyorsun? Trigger mı?”

Bu ismin çağrıştırdığı anı beni güldürdü.

Bir zamanlar Şeytan’ın Oğullarının fazla yakışıklı başkan yardımcısı olan Trigger, Kim’in devamlı ayrılıp barıştığı yaşı büyük sevgilisiydi. Tabii yirmi dört yaş çok yaşlı sayılabilirse...

Belki de on altı yaşındaki biri için öyleydi.

Azrail’e baktım ama o çoktan benden uzaklaşmış, yine tabloyu incelemeye başlamıştı. Başımı salladım, sanki Kim’den daha iyiymişim gibi, aynı derecede “yaşı büyük” başka bir motorcunun beni ıssız bir tepede parmaklamasına izin vermiştim. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş…

“Ne de olsa ikizdik,” diye mırıldandım.

Azrail’in omuzları gerildi. “Bunu neden yapıyorsun?”

“Neyi?” diye masumca sordum. “Resim mi? Terapistim bana iyi geldiğini söylüyor. Joanna bunu berbat kafamdaki tüm olumsuz düşünceler için bir araç olarak kullanmamı söylüyor.”

Azrail tekrar bana döndü. “Sen berbat falan değilsin.”

Bunun üzerine kaşımı kaldırdım, bana omuz silkti.

“Her halükârda, diğerlerinden daha berbat değilim.”

O gülümsemesi parladı ve içimin titrediğini hissettim. Ama bunu bastırdım. Gülümsemesinin, barut grisi gözlerinin ve tatlı sözlerinin bana bunu yapmasından nefret ediyordum. Her zaman böyle oluyordu ve muhtemelen de her zaman böyle olacaktı. Geniş omuzları ve ince kalçaları da içimi ısıtmıyor değildi.

Sonra o tatlı sözlerin bir önceki gece bana söylemediklerini ~hatırladım.

“Neyin berbat olduğunu biliyor musun?” diye çıkıştım.

“Abby, yine mi…”

Sözünü kestim. “Bana Blake’in orada olmayacağını söylememek. Berbat olan bu. Hayır, aslında daha beter. Bana yalan söyledin. Beni sadece baskın için kullanmak istedin.”

“Altı kızı seks köleliğinden kurtardığımız baskın...” diyen Azrail başını salladı. “Bu nasıl bir zafer olamaz, Abby? Her şey plana uygun gidiyor.”

Gözlerimi devirip tırnak işareti yaparak, “Evet, evet. Kim’in Büyük Planı,” dedim. Hareketim Azrail’in irkilmesine neden oldu. “Ona bayağı yararı oldu.”

“O plan üzerinde hepimiz çok çalıştık, Abby. İşe yaradığını görmüyor musun?”

Ona sırtımı döndüm.

“Baban her zamankinden daha sağlıklı. Yerleşkeyi, gelişen ve haydut bir motorcu çetesi olarak kazandığımızdan daha fazla para getiren bir çiftliğe dönüştürdük.”

Bir adım daha yaklaştı. “İçki fabrikamız var, çiftliğimiz var. Hatta Yılan Vadisini bile temizledik.”

Gözlerimi tuvale, Blake’in yüzüne diktim.

“Kimse bizim bölgemizde uyuşturucu satmaya ya da silah kaçakçılığı yapmaya cesaret edemez,” diye devam etti. “Dün geceki gibi baskınlar yaptığımızda polisler görmezden geliyor. Neden mi? Kim’in Planı sayesinde!”

Azrail artık tam arkamdaydı ama mantıklı sözlerine karşı kollarımı bir zırh gibi kavuşturmuştum.

“Peki Kim şimdi nerede?” diye fısıldadım.

Sessiz kaldı.

Verecek cevabı yoktu.

Neden olacaktı ki? Blake’in ikizime yaptıklarını değiştirecek hiçbir şey yapamazdı. Onu bulma saplantımı durdurmak için söyleyebileceği hiçbir şey yoktu.

Neden?

Çünkü neyse o…

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok