Mateo Santiago - Kitap kapağı

Mateo Santiago

Katlego Moncho

Dost mu Düşman mı?

ROYCE

Güzel.

Güçlü.

Saçları altın ipek gibi uçuşuyordu ve buradan bile gözlerinin yeşilini görebiliyordum, ışıltılı ve neşeliydi.

Alfa'nın kızı Juniper Evigan'ın ortadan kaybolmasının üzerinden beş yıl geçmişti. Bazı insanlar, dönüşmeyi başaramadıktan sonra bir haydut olmak için kaçtığını düşünüyorlardı. Bazılarıysa babası tarafından öldürüldüğünü, cesedinin doğaya ve zamana terk edildiğini söyledi.

Trajik bir olaydı.

O gün açıklığa gittiğimde Dayton ve kardeşim Jacob'ı onu köşeye sıkıştırırken görmek midemi bulandırmıştı. Ben hiçbir şey yapamadan gitmişti ama, ortadan yok edilmişti, bir daha asla görülmemek üzere.

Fakat bu yabancı bana onu haddinden fazla hatırlatmıştı.

Böyle bir şey mümkün müydü?

Juniper, Litmus'ta kalıp saklanmış olabilir miydi?

Aslında mantıklıydı, hele ki Dayton'ın annesinin kustuğu tüm tehditleri, eğer evine Dayton da dahil olmak üzere, herhangi biri yaklaşırsa yapacağını söylediği şeyleri düşününce. Herkes bu tehditlerin sebebinin eşine ve torununa olanlardan dolayı duyduğu öfke ve nefret olduğunu düşünmüştü.

Peki ya yanılmışsak?

Önce ağaçların arasında uçuşan saçlarını gördüm ve ayak seslerini takip ettim. Sonra rüzgar anormal bir şekilde büyüdü, bulutlar dağılana kadar etrafımızdaki her şeyi kamçıladı. Aşağıda duruyordu, kollarını uzatmış aniden üstüne boşalan güneş ışınlarını kucaklıyordu.

O an anladım. Onun özel olduğunu anladım.

Ona ulaşmam gerektiğini biliyordum.

"Sen!"

Yaklaşmak için çabalarken, yolumu kapatan dalları kırdım ve neredeyse bir kütüğe takıldım.

"Bekle!"

Şaşırdı ve bana doğru döndü. Gözleri çok etkileyiciydi, büyüleyiciydi.

Dehşete kapılmış görünüyordu ve gitmek için arkasını dönmek üzereydi, kasları gerilmiş, koşmaya hazırdı. Ama ben daha hızlıydım. O diğer yöne doğru bir adım atana kadar, ben ona yetişip kaçış yolunu kapatmıştım.

"Sen—yani, sen Juniper Evigan'sın, değil mi?"

Kız inkar etmeye hazır görünüyordu ama ben haklı olduğumu biliyordum. Gözleri kocaman, ağzı sıkıca kapalıydı. Kalbinin deli gibi çarpışını duyabiliyordum.

"Biliyorum sensin. Tanıdım seni." Dostça görünmeyi umarak gülümsedim. Onu korkutmak istemiyordum.

"Ben- değilim. Kimden bahsettiğini bilmiyorum." Aşağı baktı, öne düşen sarı bukleleri yüzünü kapattı.

"Adım Royce. Korkmana gerek yok."

Son söylediğime dudak büktü ve ben daha geniş gülümsedim.

"Ailen bazı fotoğrafları saklamıştı, gerçi fotoğrafların onlardan ziyade büyükannen ve büyükbabana ait olduğundan şüpheleniyorum."

Juniper'ın kaşları çatıldı.

Rüzgar tekrar esmeye başladı, ağaçlar tehlikeli bir şekilde hışırdıyor ve gıcırdıyordu. Ani rüzgar saçlarımı savururken etrafa bakındım. Sanki dünya onun duygularına tepki veriyor gibiydi.

Juniper

Kalbim göğüs kafesimden fırlayacak gibiydi.

Her şeyi mahvetmiştim.

Dışarıya hiç çıkmamalıydım. Evde, güvenli olduğum yerde kalmalıydım, penceremden dışarıyı seyrederek saatlerimi boşa harcamalıydım. Rüzgar etrafımda dönüyor, neredeyse derimi kesiyordu.

Nefes al June,dedi Star. ~Yalnız değilsin. Nefes al.~

Dengemi geri kazanmak için Star'ın sesine tutundum. Rüzgar ardında ürkütücü bir sessizlik bırakarak yavaşlarken biraz sakinleştiğimi hissettim.

Yabancı bana baktı, gözleri hayranlıkla parlıyordu.

Koşmalıydım. Olabildiğince hızlı koşmalı ve kaçmalıyım. Eve koşmalı, bir çanta hazırlamalı ve babam hâlâ onun bölgesinde olduğumu anlamadan en yakın otobüs durağına gitmeliydim.

Ama bana gülümsemesi... Bana bir değerim varmış gibi bakan insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Sanki önemli biriymişim gibi bakıyordu.

Ne yapmalıyız?Starlet'e sordum. Cevabı yavaş ve yararsızdı.

Bilmiyorum.

Starlet?Daha fazlasını istedim ama o inatla sessiz kaldı.

Dikkatimi karşımdaki garip adama çevirdim. Uzun boyluydu ama çok yapılı değildi. Yine de göz korkutan bir havası vardı. Gücü vardı, ama neydi?

"Ne istiyorsun?"

"Dürüst olmak gerekirse seni arıyordum."

Bir adım geri gittim, yapraklar ayakkabımın altında uçuşuyordu.

"Daha az ürkütücü görünsün diye söyledim bunu."

"Kimsin?"

"Adım Royce."

"Onu anladık."

Büyüleyici bir gülümsemesi bir kez daha göründü, mükemmel beyaz dişleri parıldıyordu.

"Royce Fallon. Yakında Litmus Sürüsü’nün Alfası olacağım." Son cümleyi tam olarak adını koyamadığım karmaşık bir duyguyla söyledi ve beni çığlık atarak kaçmaktan alıkoyan şey bu oldu. İğrenme, teslimiyet?

"Bundan pek mutlu görünmüyorsun."

"Babanın yerine geçmekten mutlu olur muydun?"

Yüzümü buruşturdum ve o anlayışlı bir şekilde gülümsedi.

"Beş yıl önce oradaydım. Babanın ne yaptığını gördüm.” Sesindeki tiksinti beni sakinleştirdi. Belli ki babama pek bayılmıyordu.

“Oraya daha erken gelseydim, bir şeyler yapabilirdim. Büyükbabanı kurtarabilirdim.” O kadar özür diler gibi konuşuyordu ki, bir adım daha yaklaşıp teselli etmek istememek elde değildi.

"Müdahale etseydin senin de peşine düşerdi."

Royce yavaşça öne doğru yürüdü ve iç çekerek düşmüş bir kütüğün üzerine oturdu. Haklı olduğumu biliyordu.

"Anne baban zalim ve yönetimi ellerinde tutmayı hak etmiyorlar. Süründe hiç kimse seni hak etmiyor.”

Yanaklarımın ısındığını hissettim. "Alfalarına karşı gelemezlerdi."

"Herkesin bir seçeneği var."

“İşi devralacağın için mutlu değil misin?” Diye sordum. “Babam istifa edip seni Alfa yaptığında, artık kontrol onda olmayacak. Sen sürüyü daha iyi yönetebilirsin."

“Bana kalırsa, sürünün o gün olanlara ses çıkarmaması onları da aynı derecede suçlu yapıyor. Ben böyle insanlardan sorumlu olmak istemiyorum.”

Dudağımı ısırdım, tereddütle. “Doğru liderle daha iyi olabilirler.”

"Belki."

Yanına oturmadan önce tereddüt ettim. Tekrar gülümsedi. Gülümsemesinin etkisinin farkında mıydı? Somurtmasını istediğimden değil, ama gülümsemesi büyüdükçe daha da yakışıklı oluyordu. Gelecekteki eşi şanslı bir kadın olacaktı.

Onda beni rahatlatan, kaygılarımı gideren bir şey vardı. Bir süre sessizce oturduk, kütüğün üzerinde otururken bacaklarımı salladım. Tekmelerim, yerde küçük rüzgar patlamaları yaratıp toprak ve yaprakları uçuşturdu.

"Eee, Juniper?"

"Efendim?"

"Bunu sen mi yapıyorsun?"

Büyümle ufak hortumlar yaratıp düşen yapraklarla oynamamı izlerken gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

Dondum kaldım, kalbim kulaklarımda atıyordu.

Aptal, aptal, aptal, aptal.

Yapraklar yere düşerken bana beklentiyle baktı.

Kalbim daha sert atmaya başladı. Güçlerimi gerçekten Royce'a açıklayacak mıydım? Onu tanımıyordum ama-

Starlet, ona söyleyelim mi?

Cevap vermesi o kadar uzun sürdü ki bana hala küs olduğunu düşündüm.

Bence söylemelisin.

Güzel.

Haydi bakalım.

"Evet."

ROYCE

Büyü.

Büyüsü vardı.

Element büyüsü.

Güçlü, güçlü büyü.

Babası nasıl bu kadar aptal olabilirdi? Sürü nasıl yapabilirdi bunu? Böyle bir yeteneği çöpe atmak, boşa harcamak? Onu bugün bulmamış olsaydım, Juniper dünyadan saklı mı kalacaktı?

Juniper faydalıydı. Babası onun ne kadar değerli olduğunu göremeyecek kadar kördü.

Ben değildim ama.

Babasının onu doğum gününde bir kenara attığı gün, ilk hatasını yaptığı gündü. Beni kardeşimin yerine varisi yapmak ise ikinci hatasıydı.

Dayton, kardeşimin bir hayal kırıklığı olduğunu düşündü. Ne de olsa o gün Juniper'ın dönüşmesini sağlayamamıştı. O günden sonra Jacob dışlandı. Dayton, Juniper'ı terk ettiği gibi, Jacob'a da aynısını yaptı..

Hemen hayatına devam edip, onun yerine beni halef ilan etmişti.

Jacob’ın şimdi nerede olduğunu merak ettim.

Belki de vahşi doğada dolaşan bir haydut olmuştu.

"Söz veriyorum. Kimse senin neler yapabileceğini bilmeyecek."

Rahatlamış bir şekilde gülümsedi.

"Yine de saklamana gerek yok. Bu bir hediye, Juniper. Saklanmaması gereken bir hediye."

"Büyükannem de öyle diyor."

"Akıllı kadın. Seni götürdüğünü gördüm. O gün. Senin için doğru olanı yapacağını umuyordum.”

"Beni kurtardı. Bunca yıl beni saklamamış olsaydı, babam beni bulurdu ve muhtemelen beni öldürürdü, tıpkı-” boğazı düğümlendi.

"Büyükbabana yaptığı gibi."

Vakur bir edayla başını sallayarak onayladı. Bulutlar yerlerine geri döndü, gökyüzü karardı. Bir süre sessizce oturduk. Omuzlarının çöküşü, onu teselli etmek ve ona her şeyin yoluna gireceğini söylemek için kollarımı ona dolamak istememe neden oldu.

Muhtemelen onu korkutup kaçırırdım.

"Neredeyse unutuyordum. Doğum günün kutlu olsun," dedim.

Yüzünde bir şaşkınlık belirdi.

"Nasıl bildin?"

"Doğum gününü unutmak biraz zor, özellikle babanın yaptıklarından sonra."

"Ah. Teşekkürler, sanırım."

"Kutlamak için ne yapıyorsun?" Gülümsedim, şimdilik onu kötü düşüncelerden uzaklaştırdığım için iyi hissettim.

"Pek bir şey yapmıyorum. Aslında, hediyemin ortasına geldin. Yıllardır dışarı çıkmamıştım.” Saçlarının arkasına saklanarak yarım yamalak güldü.

Şok oldum ama aynı zamanda şaşırmadım da. Beş yıldır kimsenin onu görmemiş olması şaşırtıcı değildi. Ne kadar yalnız olduğunu, bu kadar uzun süre kapalı kaldığını, kendi evinde kapana kısıldığını hayal edebiliyordum...

"O zaman bir şeyler yapmalıyız!" Elini tuttum ve onu ayağa kaldırdım. İsteksizce ama gözlerinde meraklı bir parıltıyla izledi.

"Bilmiyorum. Kimse beni görmeden geri dönmeliyim."

"Kimse babana koşmayacak. Söz veriyorum. Alfa varisi olarak, biraz hakimiyetim var. Nedense insanlar benim iyi tarafımda olmak istiyor.” ona göz kırptım.

Güldü, tatlı ve melodik. Yanakları lezzetli bir pembe tonla kızardı ve canavarımın ilkel dürtülerini dizginlemek zorunda kaldım.

Şimdi zamanı değildi.

"Önden buyur o zaman, müstakbel Alfa." Ormanda el ele yürürken kahkahalar arasında konuştu.

Juniper

Royce büyüleyiciydi. Dış görünüşünün de etkisi yok değildi. Dalgalı saçları ve en iffetli kadını bile baştan çıkarabilecek şeytani gözleriyle, inkar edilemez derecede çekiciydi.

Bunun onunla gitmeye karar vermemde etkisi olsa da, onun yanında yürümemi sağlayan şey görünüşünden daha fazlasıydı. İyi biriydi, sempatikti ve Starlet'in adamla bir sorunu yok gibiydi.

Şaşırtıcı bir şekilde, bizi ormanın derinliklerine götürdü. Benim tepinmeme kıyasla sessizce hareket etti. Yakınlarda bir derenin şırıltısını duydum, ormanın şarkısı içinde huzur veren bir melodi.

"Nereye gidiyoruz?"

Omzunun üzerinden bana gülümsedi.

"Benim evime."

Ağaç sırasının sonuna geldik ve bir açıklıkta durduk. Geniş ve sadeydi.

Ortada nefis bahçelerle çevrili küçük bir kulübe vardı. Müthişti.

Çalılar ve yüksek sebze bitkileri arasında bir insan gördüğümü sandım. Bahçeden yiyecek toplayarak bir ileri bir geri gidiyordu. Herhangi bir detayını göremeyeceğim kadar uzaktaydı ve bitkilerin ardında net görünmüyordu, ama ufak yapılı biri olduğu belliydi.

Hareket ettiğinde yapraklar ve dallar arasından bize bakan gözlerini görüp başımı eğdim. Royce güvenilir olabilirdi ama bu herkesin öyle olduğu anlamına gelmiyordu.

"Gel haydi." Royce beni ön kapıya ve içeriye doğru çekiştirdi.

İçerisi de dışarıdan göründüğü kadar sadeydi. Sıcak bir yuva hissi vardı.

Kıskandım.

Royce beni evin içine doğru götürdü, adımlarımız parke zeminde yankılandı. Aniden elimi tutan elinin, ne kadar büyük ve sıcak olduğunu fark ettim.

Kalbim daha hızlı atmaya başladı ve nabzımın ritmini hissedebileceğinden korktum.

Bana asır gibi gelen birkaç saniyenin ardından bir kapıya geldik. Kapıyı açtı ve o göz kamaştırıcı gülümsemesiyle gülümseyerek benim için açık tuttu. Onu itip geçerken ayaklarıma baktım, yüzümü saçlarımın arkasına saklamaya çalıştım.

Midemdeki kelebeklerin saldırısına uğradım.

Burası onun yatak odasıydı.

Onun gibi kokuyordu.

Kapının hafifçe kapanma sesini duyunca bir ufak sıçradım.

"Otur," dedi arkamdan. "Kendini evinde gibi hisset."

Gözlerim yarı panikle odayı taradı. Oldukça boştu. Duvarda Kitaplar ve dergilerle dolu raflar dizilmişti ve köşeye doğru geniş bir yatak itilmişti.

Kendimi yatağının kenarına iliştirdim, sırtım dik, tamamen gergin bir şekilde oturuyordum. Royce çekiciydi; buna hiç şüphe yoktu. Onun bana yaklaşması düşüncesi bile midemin taklalar atmasına neden oluyordu.

Ama daha önce bir erkeği öpmemiştim bile. Böyle bir şeye gerçekten hazır mıydım?

Royce yanıma oturdu, ağırlığı yatağın sallanmasına neden oldu. Gözlerime baktığında kalbim hızlandı.

Bana gülümsedi.

"Sonunda yalnızız."

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok