Esaret - Kitap kapağı

Esaret

Onaiza Khan

0
Views
2.3k
Chapter
15
Age Rating
18+

Summary

Hafıza kaybıyla uyanan Noor Qureshi odasından asla çıkamayacağını fark eder. Sahip olduğu tüm lüks ve imkânlara rağmen tehlike düşündüğünden çok daha yakınında; evinin bodrumundadır,

Fazla göster

56 Chapters

Chapter 1

Bölüm 1

Chapter 2

Bölüm 2

Chapter 3

Bölüm 3

Chapter 4

Bölüm 4
Fazla göster

Bölüm 1

Elbisemin arkasını ıslatan çamurlu toprağı koklayarak miskin miskin yatarken yumuşak bir ot tenimi okşadı. Saçlarım belki çiğ tanelerinden belki sudan ıslaktı…

Eteğimi uçuşturan hafif esinti içimi ürpertti.

Dağınık saçlarımdan limon aromalı, güzel bir şampuan kokusu geliyordu. Saçlarımın biraz sertleşmiş olduğunu fark etsem de önemli olan nasıl göründüğüm değil nasıl hissettiğim olduğu için umursamadım.

Tenimi okşayıp ısıtan sabah güneşinin altında bir prizma gibiydim.

Kapalı gözlerle bile güneş ışığının gökkuşağının tüm güzel renkleriyle etrafımda dans ettiğini görebiliyordum. Sıcaklığı ve sevgiyi mükemmel, kırılmaz bir bağla bir araya getiriyordu.

Diğer tarafa dönüp gözlerimi açtığımda alabildiğine uzanan yeşilliğe baktım. Gözlerim önce elime değen çimlere sonra bahçenin ucuna takıldı.

Çitler kahverengiydi. Turuncu gökyüzü yükseldikçe sararıp mavileşiyordu.

Renkler dokunup parmaklarımla resim çizebileceğim kadar gerçekçi ve elle tutulurdu.

Sırtım gibi bedenimin ön kısmı da ıslanmaya başladı. Üstümde biriken teri hemen silmek istesem de terlemeyeli çok uzun zaman olmuştu.

Bu yüzden silmeye kıyamadım.

Tüm öfkesini, gazabını yansıtırcasına parlayan güneş yüzünden gözlerimi kıstım.

Çimler hem sert hem yumuşaktı.

Elbisem terden vücuduma yapışmıştı.

Tüm bunlar kendimi çok canlı, çok gerçek hissetmemi sağlıyordu. Neredeyse duygulardan sarhoş olmuştum.

Keskin bir acı rüyamı bölünce gerçek hayata döndüm.

Hepsi bir rüyaydı. Hem de çok güzel bir rüya… Hiçbiri gerçek değildi. Etrafımda hava dâhil gerçek ya da doğal olan bir şey yoktu.

Açık havaya çıkmayalı, temiz hava ile temas etmeyeli, güneşin sıcaklığını hissetmeyeli aylar olmuştu.

Sahip olduğum tek şey bir pencereydi. Bakınca her şeyi görebildiğim, her şeyi daha da çok özlememe neden olan bir pencere…

Dağların, gökyüzünün, güneşin güzel bir manzara sunduğu; bazen şiddetli bir rüzgârın estiği bir pencere…

Her şey önümde olmasına rağmen temiz havanın tek bir zerresine bile ulaşamıyordum. Neredeyse gerçeküstüydü.

Sanki uzun bir kâbustan uyanıp camı açabilecek, güneşlenebilecek, kahve yapabilecek ya da komodinin üzerinde duran, yarım bıraktığım kitabı bitirebilecek gibi hissediyordum.

Ancak bu kadar rüya yeterdi. Gerçekte bir tutsaktım. Küçük bir hücrede ya da karanlık bir zindanda değil, güzel bir yatak odasında esir tutulan bir tutsak…

Günlerimi geçirdiğim bu oda insanın kendini kaybedeceği kadar güzel ve büyüktü.

Yarısı kullanılmayan dikdörtgen bir odaydı. Boş, sade, temizdi. Mermer zemini insanı ürpertecek kadar soğuktu. Nadiren çalışan ısıtma sistemi çalışmadığında buz gibi oluyordu.

Neyse ki kat kat şiltelerle, çarşaflarla, yorganlarla kaplı kocaman bir yatağım vardı. Çok sıcak, rahat ancak güneşten, çimlerden uzaktı…

Aynı anda hem gerçek hem sahteydi.

Yatağın olduğu kısımda bir koltuk takımı bir de küçük bir ahşap yemek masası vardı.

İhtiyaçlarımı karşılamam belki de rahat hissetmem için lüks bir banyonun yanı sıra kıyafet ve ayakkabılarla dolu büyük bir dolap vardı. Tabii burada ne kadar rahat edeceğim meçhuldü…

Vakit geçirmem için yatağın hemen karşısına, kanepeden de görünen büyük bir televizyon konmuştu. Fakat kablolu TV olmadığı için tüm eğlencem boş bir ekrana bakmaktan ibaretti.

Bu yüzden televizyon yerine kütüphanenin kapısını izliyordum.

Evet, odanın içinde çok klas bir kütüphane vardı. Beni büyülüyor olmasına rağmen sürekli kilitli olduğu için asla göremediğim bir kütüphane…

Bazen oraya girip raflara bakmak, kitapları koklamak, kâğıtlara dokunmak ya da sadece orada olmak istiyordum.

Ancak o kapı ile cam pencere arasına sıkışıp kalmıştım.

Bunun dışında önemli bir görevim daha vardı: Zamanı takip etmek.

Televizyon masasında küçük, eski bir takvim duruyordu. 2014 takvimindeki günlerin üstünü çizerek dışarıdaki dünya ile aynı zaman diliminde kalmayı başarıyordum.

Bu takvime göre tarih 1 Temmuz 2014'tü. Günlerden salıydı. Ancak asıl tarihin 1 Temmuz 2016 ve günlerden de cuma olduğunu biliyordum.

Dış dünyayla, yani gerçek dünyayla tek bağlantım buydu.

Bir gün özgür olacağıma, dışarıda olacağıma dair umudum vardı. Üstelik bu aptalca bir umut değil; gerçek bir inançtı. Her zaman denemeye devam edeceğime olan inancım tamdı.

Bizi gören, her şeyi bilen tek Tanrı’ya inancım da… Eğer Tanrı gerçekten varsa çabalarımı sonuçsuz bırakmayacaktı.

Son zamanlarda kulaklarım da gözlerim gibi meşguldü. Birinin sesini duyuyordum…

Alt katta bir yerlerde benim gibi bir tutsak daha vardı. Muhtemelen bir erkekti. Bazen çığlık attığını, acıyla bağırdığını, hatta küfrettiğini duyuyordum.

Lanet olsun ki ne onun neden orada olduğunu ne de benim neden burada olduğumu bilmiyordum. Onun için çok üzülüyor olsam da asıl merak ettiğim kim olduğu ya da neye benzediğiydi.

Beni esir alan kişinin yüzü dışında gördüğüm tek yüz saat dokuzda, birde ve yedide olmak üzere üç kez yemek getiren siyahi kadının yüzüydü.

Yüzünden eksilmeyen sıcak gülümsemeye rağmen hiç konuşmuyordu. Onunla pek çok kez konuşmaya çalışmış olsam da hiç cevap vermemişti. Gülümsemesi bana acıdığını düşünmeme sebep oluyordu.

Alt kattaki adamın kan dondurucu çığlıklarından korkuyordum. Zaman hızla ilerliyor ve beni tutsak eden adamın geliş saatinin yaklaşması korkumu katbekat artıyordu.

Saat tam sekiz olduğunda bembeyaz dişlerini gösteren bir gülümsemeyle içeri girdi. Baştan çıkarıcı siyah gözleri gözlerimdeydi…

Benden sadece birkaç santim uzun olmasına rağmen bana tepeden bakıp gözümü korkutmayı başarabiliyordu.

Saçlarımı kulaklarımın arkasına attıktan sonra olabildiğince soğukkanlı bir sesle, “Nasılsın, tatlım?” diye sordu.

Blöf yaptığını biliyordum. O, kılık değiştirmiş bir canavardan başka bir şey değildi. Güzel siyah gözleri beni artık kandıramıyordu. İçinde yoluna çıkan her şeyi parçalamaya hazır bir hayvan olduğunu görebiliyordum.

Cevap vermemi beklediği yoktu. Tek yaptığı benimle oynayıp sabrımı sınamaktı. Bu, onun için bir oyun gibiydi.

Son günlerde hep yaptığım gibi karanlık bir bakışla karşılık verdim. Boşuna konuşmanın bir anlamı yoktu. Onu sohbet etmeye değer bulmuyordum.

“Ne giydin, tatlım?” derken tişörtümle pijamalarıma onaylamayan bakışlar attı. Böyle giyinmemden nefret ediyordu.

Onu memnun etmek için dolaptaki ipek ya da saten kıyafetleri giymem gerekiyordu. Bazen onu bilerek kızdırmaya çalışıyordum. Sahip olduğum tek silah buydu: İsteklerine asla teslim olmayacağımı gösteren tutumum.

Bedelini yine ben ödeyecek olsam da kendimi bundan alıkoyamıyordum. Beni esir tutan, sadece arzu ve isteklerini yerine getirmemi isteyen bir canavar için giyinmek istemiyordum.

Bir hışımla, arkasına bile bakmadan odadan çıktı. Neden böyle davrandığını ilk başta anlamadım. Neden bana vurmadığını, bağırmadığını ya da sarhoşken yaptığı herhangi bir şeyi yapmadığını bilmiyordum.

Bu nadirdi. Çok nadirdi. Son üç aydır saat sekizden sonra bu odadan hiç ayrılmamıştı.

Çekip gitmesinin sebebini ancak yeni ev arkadaşımın ürpertici çığlıklarını duyunca anladım. Aksi davranışlarımın bedelini muhtemelen o ödüyordu.

Ki bu her şeyden daha can yakıcıydı.

Eylemlerim yüzünden kimsenin canı yansın istemiyorum. Ben böyle biri değilim. En azından öyle olmadığıma inanıyorum.

Canavar bir saat sonra zafer ve acı karışımı garip bir yüz ifadesiyle geri döndü. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim.

Sonrasında bana hiç dokunmadan yatağın kenarına kıvrılıp uyudu.

Bu da bana evli bir çift olarak geçirdiğimiz ilk geceyi hatırlattı.

Beni kucağına alıp bu odaya getirmiş, yatağa yatırıp öpücüklere boğmuştu. Yorgun olduğumu söylediğimde uyumama izin vermişti.

Beni gerçekten seven bir adam bulduğum için mutlu ve gururluydum. Ancak asıl planını bilsem arkama bakmadan kaçardım.

Gazabından bir geceliğine de olsa kurtulmanın mutluluğuyla kanepeye uzandım. Rahat, güvende hissediyordum. Sabah uyandığımda gitmiş olacağını biliyordum.

Alba kapıyı nazikçe çalıp içeri girince odayı kahve ile Fransız tostu kokusu sardı. Cumartesi günü Fransız tostu günüydü.

Birden pencerenin dışındaki her şeyi bulanık, karanlık gösteren şiddetli bir yağmur başladı.

Her zaman kulağımı okşayan yağmurun sesi bir savaş çığlığına benziyordu. Su damlaları çatıyı, duvarları düşmana sivri uçlu zehirli oklarla saldıran bir asker ordusu gibi dövüyordu.

Yavaş yavaş her şey daha da korkutucu hâle geldi. Yağmurun sesi de şiddeti de arttı.

Aylar sonra ilk defa, evin içinde olduğuma şükrediyordum. Kulağa ne kadar garip gelse de canavarın varlığından bile rahatsız değildim. Aksine yalnız olmadığım için mutluydum.

Sessizce yatağa girip yanına uzandım.

Ama uyuyamadım... Hem yağmurun gürültüsü hem de garip duygular kafamı o kadar karıştırmıştı ki uyumak yapabileceğim en son şeydi.

Orada öylece yatıp tavanı izledim. Bunu yapmak çok güzel olsa da yağmur o kadar şiddetliydi ki tavan her an delinip üstüme düşecek gibiydi.

Tuğlalar, molozlar, camlar bin parçaya ayrılıp ışık hızıyla üstüme düşüyor… Sonra bir yıldırımla yanıp kül oluyorum…

Sağıma dönüp hafifçe horlayarak uyuyan Daniel’ın yüzüne bakınca daha iyi hissettim.

Heykel gibi bir vücudu, bronz rengi teni, bir meleğinki gibi parlayan ilahi bir yüzü vardı.

Kot pantolonunu değiştirme zahmetine girmemiş, gömleğini yemek masasının üstüne fırlatmıştı. O kadar iyi görünüyordu ki başka bir durumda olsa ona tapardım.

Aslında üç ay önce gerçekten de tapıyordum. Tam hayallerimdeki adamdı. Zengin, zeki, inanılmaz derecede yakışıklıydı. Böyle bir adamın bana âşık olup evlenme teklif ettiğine inanamamıştım.

Daniel ile evlenme kararımı onaylamamış olan ailemi hayatımdan çıkarıp tüm bağımı koparmıştım. Tek istediğim Daniel’dı.

Sonrasında hava düzelmedi. Gece ilerledikçe daha da kötü oldu.

Daniel’ın ertesi gün işe gidip gitmeyeceğinden şüpheliydim. Gitmezse yanında nasıl davranacağımı bilmiyordum.

Umarım günü alt katta geçirir diye dua ediyordum. Tek istediğim sonraki on iki saat boyunca yalnız kalmaktı.

Sabah sekizden akşam sekize kadar benim zamanımdı. Bana sahip olmadığı zaman dilimi... Onu görmek, ona tahammül etmek zorunda olmadığım zaman dilimi…

Kendimi Daniel’ın oynaması gereken bir bez bebek gibi değil, sadece işe yaramaz bir kadın gibi hissettiğim zaman dilimi…

Düşüncelerim zihnimde at koşturmaya başlayınca giderek daha da huzursuz olup o çığlıkların sahibini hatırladım.

Alba'ya sorduğumda sadece şaşkın bir bakış attı. Bazen beni anladığını düşünsem de onunla konuşmak bir duvarla konuşmaktan farksızdı.

Gözlerimi kapatıp her şeyi unutmaya çalıştım. Çok zaman alsa da sonunda uyumayı başardım.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok