Esaret - Kitap kapağı

Esaret

Onaiza Khan

Bölüm 2

Uyandığımda saat öğlen birdi. Öğle yemeğimi getiren Alba beni uyandırmak için omzumu dürtüyordu.

Erken uyanmadığım günlerde kahvaltımı masaya bırakıp gider, ancak öğle yemeği vakti gelmişse mutlaka uyandırırdı. Dün gece uyuyamadığım için bugün geç kalkmıştım.

Gözlerimi ovuşturup masaya baktım. Öğle yemeği olduğunu düşündüğüm dumanı tüten sıcak lapa yerine kahvaltıdan kalan Fransız tostunu yemeye karar verdim.

Alba bir dakika sonra çıkıp bir fincan kahveyle geri döndü. Doğrusu o kahve için gerçekten minnettardım.

Alba bana bazen annemi hatırlatıyordu. Ne istediğimi anlaması için tek kelime bile etmeme gerek kalmıyordu.

Ona gülümsedim. Hatta sarılmayı bile düşünüp vazgeçtim. Yanında fazla rahat davranmak istemiyordum. Dün gece Daniel için hissettiklerimden sonra bu mümkün değildi.

Daniel’dan olabildiğince uzak kalmak yerine daha da yaklaşmıştım. Bunun ne kadar iğrenç olduğunu bilsem de kendimden ne kadar utansam da varlığından huzur bulmuştum.

Evlendiğimizde Danny diye hitap ederken şimdi Daniel bile diyemiyordum. Adı tüm dünya tarihindeki en kötü, en iğrenç kelime gibiydi.

Lanetli, meşum, uğursuz bir kelime…

Günün geri kalanında ne yapacağımı bilemeyince tekrar yatağa girdim. Birden gözüme Daniel’ın kolyesi çarptı.

Annesine ait olan bu kolye çoğu zaman boynunda olurdu. Çok kadınsı bir takı olmadığı için komik görünmüyordu.

Ucunda gümüş çerçeveyle kaplı kırmızı bir taş olan bir zincir şeklindeydi. Bir labirent kadar karmaşık bir tasarımı vardı.

Taşa asıl ışığını veren şey ortasındaki yuvarlak açıklıktı. Kolyenin şekli kaburgaların içindeki bir kalbi hatırlatıyordu; gümüş kısmı kaburgalara, kırmızı taşı kalbe benziyordu.

Kalp kaburgalarla korunuyor ama tamamen gizlenemiyordu.

Daniel bir keresinde o taşın adını söylemişti. “M” ile başlayan bir şey olduğunu düşünsem de mercan olmadığı kesindi.

Kolyeyi alıp taşa dokundum.

Tam tasarımını hayran hayran incelerken Daniel’ın eşyalarına hiç dokunmadığımı hatırladım. Odanın herhangi bir yerine bıraktığı kıyafetlerine ya da özel eşyalarına asla dokunmazdım.

Adı ya da varlığı gibi soyut şeylerden bile bu kadar etkilenirken somut eşyalarına asla dokunamazdım.

Bu yüzden kolyeyi yerine koyup pencereye gittim.

Gökyüzü korkunç yağmurdan iz yokmuşçasına berraktı. Her yer ışıl ışıl parlıyordu.

Zirveleri karla kaplı dağlardan yansıyan güneş ışığı yeşil ağaçları aydınlatıyordu.

Öyle gölgeli bir manzaraydı ki elime bir boya kalemi alıp küçük bir kâğıda resmini yapasım geldi.

Sonra nerede olduğumuzu düşündüm. Apalaş Dağları’nda mıydık? Himalayalar’da mı? Yoksa Rocky Dağları’nda mı?

Hangi şehirde ya da ülkede olduğumuzu bilmemem çok saçmaydı. Buraya gelmek için New York'tan uçağa atlayıp birkaç kez aktarma yaptığımı hatırlıyordum.

Gelirken yol üstündeki tabelaları okuduğum için uçağın nereye indiğini kesinlikle biliyordum. Yunan tanrısına benzeyen bir adamla evlenmiş olmamın sarhoşluğu bile bunları unutturamazdı.

Havaalanlarındaki, yollardaki tabelaları zihnimde görüyor gibi olsam da yazılar okunamayacak kadar bulanıktı.

Sanki bu önemli bilgilerin hepsi bilinçaltıma taşınmıştı. Orada olduklarını biliyor ama erişemiyordum.

Yapacak başka bir işim olmadığı için bu bilgileri pek çok kez hatırlamaya çalışmış ancak başarılı olamamıştım. Aramızda bir bariyer var gibiydi.

Bu yüzden ola ki elime yanlışlıkla bir telefon alsam kimseye nerede olduğumu bile söyleyemezdim.

Bu kadar kapana kısılmış olmaktan nefret ediyordum.

Hindistan'da yaşarken bir arkadaşımla birlikte genç bir kızın bir adam tarafından kaçırılıp yedi yıl boyunca tutsak edildiği Room adında bir film izlemiştik.

Kız, Jack adında bir çocuk doğurup çocuk beş yaşında geldiğinde onun yardımıyla kaçmayı başarıyordu.

Oldukça rahatsız edici bir film olsa da tek amacının insanları ağlatarak kendi dertlerini unutturmak olduğunu biliyordum. Gerçeklikle uzaktan yakından ilgisi yoktu.

Arkadaşımın ağladığını görünce, “Bu sadece bir film; kendini boşuna üzme,” demiştim.

O da bana, “İnsanların kaçırılıp yıllarca işkence gördüğü ve bu konuda hiçbir şey yapamadıkları gerçek hikâyeler okudum,” demişti.

Arkadaşımın sesini şu an bile çok net duyuyordum. O zamanlar hayat nasıldı? Bizim evde öğle yemeği yiyip yatağımda dizüstü bilgisayarımdan film izlerdik. Sonra ben sıcak çikolata yapardım.

O anı düşününce Alba tekrar geldiğinde sıcak çikolata yapmasını istemeye karar verdim.

Sonra farkında olmadan odada gezinmeye başladım. TV masasında garip bir DVD duruyordu.

O asla odada böyle bir şey bırakmazdı. Evrak çantası ile dizüstü bilgisayar çantası bile şifre korumalıydı.

Eşyalarına dokunmama kuralımı görmezden gelip, DVD’yi alıp arkasına baktım.

Üstünde “Biraz vakit geçirmen için,” yazıyordu.

DVD’yi şaşkınlık içinde yerine koydum. Daniel’ın bana acımasını istemiyordum. Üç ayımı eğlenceli bir şeyler yapmadan geçirdiysem şimdi de aynı şekilde geçirebilirdim.

Buna kanarsam beni kolayca bir kuklaya çevirebileceğini düşünür, diye düşündüm.

Ama lanet yağmur tekrar başlayınca dün geceki korkularım geri döndü.

Güzel, güneşli gün korku ile karanlık bulutları altında boğuluyordu.

Sadece hava değişikliği. Seninle bir ilgisi yok, diye düşünsem de garip bir şekilde benimle bir ilgisi olduğunu hissediyordum.

Bu yağmurun tek hedefi bendim. Eski bir zamandan ya da başka bir hayattan gelen bir düşman gibi intikam istiyordu.

Battaniyenin altına girip uyumaya çalıştım. Daniel’ın burada olmaması dışında her şey dün geceki gibiydi.

Daniel’ı gözümde canlandırmaya çalışıp kısa sakalını, uzun kirpiklerini, ince dudaklarını düşündüm.

Birkaç dakika sonra neredeyse karşımdaydı.

Yüzünün her kıvrımını, çizgisini, en ufak özelliğini bile avucumun içi gibi biliyordum.

Ama bunu yaptığım için kendimden nefret ediyordum. İçimden Ona ihtiyacım yok, diye tekrarladım.

Dikkatimi dağıtmak için DVD'yi açtım.

Bir Amerikan TV dizisi olan Lost’tu. Bir arkadaşım ~The Walking Dead’e~ benzediğini söylediği için izlemek istememiştim.

Sonra her şeyin, gerçekten her şeyin onu düşünmekten çok daha iyi olacağını düşündüm.

Diziyi en başından izlemeye başlayıp gerçekten de içinde kayboldum.

Bir uçak kazasından kurtulup gizemli bir adada yaşamak zorunda kalan, hiçbir şekilde yardım bulamayan bir grup insanın maceralarını anlatıyordu.

Bazen diziye kaptırıp gerçekten bir adada olduğumu düşünüyor bazen de yağmurun sesi yüzünden dikkatim dağılıyordu.

Derken kendi hikâyemi kurgulamaya başladım. O adada olsaydım ne yapardım? Kiminle arkadaş olurdum? Ne yer ne içerdim?

Dizideki Koreli adamı nedense çok sevmiştim. Karısına karşı çok baskıcı bir tutumu olduğu için genel olarak pek sevilmese de beni nedenini bilmediğim bir şekilde etkiliyordu.

Sonra kapı akşam yemeği için açıldı.

Alba'yı görür görmez karnım guruldamaya başladı. Televizyonun açık olduğunu görünce beni onayladığını, kabul ettiğini gösteren bir ifadeyle gülümsedi.

Aklından ne geçtiğini tabii ki bilmiyordum. Sanki bildiği tek dil gülümsemekmiş gibi hiç konuşmadan gülümsüyordu.

Ama o an Alba'yı sevmiyordum. Daniel’ın tarafını tutuyor gibi görünüyordu. Ona teslim olup mutlu olmamı istiyordu. İyi niyetli olsa da gülümsemesi hoşuma gitmemişti.

Bu yüzden sıcak çikolata istemekten vazgeçtim. Zaten ne istediğimi anlayıp anlamayacağı da meçhuldü.

Getirdiği çorbayı içmeye başladım. Öğle yemeği için getirdiği yulaf lapasını da bırakmasını istedim.

Artık açlıktan ölmek gibi garip korkularım vardı.

Alba gittikten sonra sıcak kahve dolu bir termos bıraktığını fark edip sevindim. Geç yattığımda bile bu saatlerde kahve içmezdim. Muhtemelen hava ile bir ilgisi olmalı.

Yemeğimin tadını çıkarırken Daniel’ın geliş saatinin yaklaştığını fark edip panikledim. Birazdan saat sekiz olacak ve Daniel burada olacak… Bu düşünceyi hızla aklımdan atmaya çalıştım.

Yemekten sonra televizyon izlemeye devam ettim. Diziye gerçekten kaptırmıştım. Bir sonraki bölümde ne olacağını hayatım buna bağlıymış gibi merak ediyordum.

Hiç durmadan izlemeye devam ettim. Birden, saatin on kırk olmasına rağmen Daniel’ın hâlâ gelmediğini fark ettim.

Dönmesini dört gözle beklemiyor olsam da yokluğu garip bir şekilde endişe vericiydi. Nerede olduğunu çok ama çok merak ediyordum.

Dizinin neredeyse on ikinci bölümüne geldiğimde gözlerim ağrımaya başladı.

Banyoya gidip tekrar döndüğümde iniltiye benzeyen bir ses duydum.

Sesteki acıyı hissedebiliyordum. Peki ama nereden geliyordu? Böyle yumuşak bir ses ancak birisi çok yakınlardaysa duyulabilirdi ama teknik olarak bu kadar yakınımda hiç kimse yoktu.

Mutfak, oturma odası ve diğer tüm odalar alt kattaydı. Bu katta sadece ben vardım. Odada amaçsızca yürümeye başladığımda ses zihnimi tamamen kapladı.

Artık yağmurun sesi gibi zihnime kazınmıştı. Kütüphanenin kapısına yaklaştığımda daha da arttığını fark ettim.

Her zaman kilitli olan kapı… Açıktı!

O kapının kilitli olduğunu görmeye o kadar alışmıştım ki açıldığının farkında bile değildim. Ancak her zaman girmek istediğim bir yerin kapısının açık olduğunu görmek biraz ürkütücüydü.

Ne yapacağımı bilmiyordum.

Ya Daniel oradaysa? Beni kıskıvrak yakalamak için bilerek orada saklanıyor olabilirdi.

Ya beni öldürmek için tuzağına düşürmek isteyen bir canavarsa? O zaman ne yapardım?

Aklıma bunun gibi pek çok düşünce gelip gitse de en belirgin olanı Diğer tutsak orada olabilir, ~düşüncesiydi. Bu düşünceyi ne yaparsam yapayım aklımdan atamıyordum.

Getirildiğini görmediğim için burada olmasının mümkün olmadığını biliyordum. Ama içeri girmenin başka bir yolu olabilirdi. Pekâlâ başka bir kapı olabilirdi…

Orada ne olduğunu bir an önce bulmazsam çıldıracaktım. Bu meseleyi kafamda çözmem gerekiyordu.

İzlediğim dizide iki adam yerde gizemli bir kapak buluyorlardı. Ben de tıpkı onlar gibi hem davetkâr hem de potansiyel olarak tehlikeli bir şey tarafından cezbedildiğimi hissediyordum.

Tıpkı onlar gibi hem kapıyı açmak hem de kaçıp gitmek istiyordum.

Durumum tamamen farklı olsa da yanımda olup kapıyı açmam için teşvik etmelerini istiyordum.

Ve sonunda açtım...

Sıradan bir kütüphaneye benzeyen, ön tarafı ile sol duvarı kitap raflarıyla dolu küçük, kare bir odaydı. Görünüşe göre içeride kimse yoktu.

Klasik eserlerden bazıları İngilizce bazıları Fransızca olan iş ve kişisel gelişim kitaplarına pek çok kitap vardı. O an, Daniel’ın annesinin Fransız, babasının Hint kökenli olduğunu hatırladım.

Sonra yine aynı inlemeyi duydum. Nereden geldiğini bilmiyor olsam da şimdi daha net duyuluyordu.

Odaya dönüp kütüphanenin kapısını kilitlemek istedim. Belki de içeride ben kapıyı kilitleyene kadar peşime düşecek bir hayalet vardı ama kaçmak için çok geçti.

Tam kapana kısıldığımı düşünürken sağ tarafta bir pencere olduğunu görüp umutlandım.

Ya bu pencere açılıyorsa? Ya odadaki diğer pencereler gibi dışarıdan kilitlenmemişse? Bu odayı da muhtemelen bu yüzden kilitli tutuyor.

Daniel ya beni temiz havadan mahrum bırakmaya ya da intihar etmemi engellemeye çalışıyordu. Sebebi her ne olursa olsun odadaki pencerelerin kapalı, camların kırılamaz olduğundan emin oluyordu.

Buradaki ilk günlerimde her şeyi denediğim için bazı şeyleri biliyordum.

Bu yüzden pencerenin açılabileceğini düşünmekte haklıydım.

Ancak beni karşılayan şey güneş ışığı ya da temiz hava değil rüzgârla yağmur oldu. Gerisin geri içeri girerken neredeyse ayağımı burkuyordum.

Aceleyle pencereyi kapatmaya çalıştım. Ne kadar doğal olaylar olurlarsa olsunlar yağmuru da rüzgârı da sevmiyordum. Doğa özellikle şu an benden yana değildi.

Derken gözüm raflardan birinin arkasındaki bir vanaya ilişti. Tıpkı eski evimdeki su deposunun üstündeki vanaya benziyordu. Büyük ihtimalle rüzgâr önünü kapatan şeyi uçurunca ortaya çıkmıştı.

Şimdi korkudan da fazlasını hissediyordum. Öte yandan merak da peşimi bırakmıyordu. Sanki korkum ve merakım yarışıyordu.

Hani korku filmlerinde kahramanımız bir ses duyup, küçük bir el feneriyle hayaleti aramaya gidip, “Kim var orada?” diye sorar ya, işte aynen öyle hissediyordum.

Vanayı sağa çevirdiğimde kapı gerçekten de açıldı. Rafı geçip rahatça içeri girebileceğim kadar büyük bir boşluk vardı.

Ancak bunların gerçekliğinden emin değildim. Tüm bu yaşananlardan sonra halüsinasyon görüyor olabilirdim.

Eskiden duyduğum ya da düşündüğüm her şeyi Google'da aratmak gibi bir huyum vardı. Şu an “halüsinasyon” kelimesini de fena hâlde aramak istiyordum. Ne yazık ki elimin altında internet yoktu…

Çılgın hayal gücüm dışında hiçbir şeyim yoktu. Delirdiğimi düşünmek yerine önümdeki işe konsantre olmaya çalıştım. Hem kendime deli demek benim işim değildi, değil mi?

“Unutulmuşluk” adını vermek istediğim karanlık bir geçide girdim. Yağmur buradan daha net duyuluyordu.

Kişisel cehennemimin bir parçası gibi görünen geçit tıpkı hayatım gibi karanlık ve boştu. Nereye gittiğimi bilmeden gelişigüzel bir şekilde yürüyordum.

Gerçek hayatta asla böyle bir şey yaşamadığım için rahatlıkla uyurgezer olduğumu düşünebilirdim.

2 Temmuz 2016 Cumartesi, DVD’den başlayarak sürprizlerle doluydu: Onun gelmeyişi, yatakta duran kolyesi, akşam vakti gelen kahve, kilidi açık bırakılan kapı, açılabilen pencere, raftaki kapak ve şimdi de bu...

Sonra tekrar o yumuşak iniltiyi duydum. O kadar gerçekti ki sanki içimde duyuyordum. Sesin en net geldiği yeri bulmak için geçit boyunca ileri geri yürümeye devam ettim.

Sonra paslı bir pencerenin olduğu yerden geldiğini fark edip hiç düşünmeden içeri girdim.

Görünüşte ayağım kaysa içine düşüp paramparça olabileceğim bir asansör boşluğuna benziyordu. Ayaklarımın yere değmeyeceği kadar yüksek bir boşluk…

Neyse ki korktuğum gibi olmadı ve ayaklarım yere değdi. Ancak bir el fenerim ya da telefonum olsaydı nereye gittiğimi daha iyi görebilirdim.

Boş bir bira kutusuna benzeyen bir şeye takılınca birilerinin buraya daha önceden geldiğine emin oldum. Bira kutusu o kadar pis kokuyordu ki fırlatıp atmak istedim. Yine de böyle küçük bir şeyin dikkatimi dağıtmasına izin veremezdim. Bu sadece boş bir bira kutusu, Dracula değil…

Sonra başka bir bira kutusu olduğunu düşündüğüm bir şeye takılıp merdivenlerden yuvarlanmaya başladım.

Alice Korkular Diyarında gibiydim. Elinde bir saat tutan güzel, beyaz bir tavşan yerine işkence görmüş bir ruhun tekinsiz sesini takip ediyordum.

Bu oydu… İlk kez çığlık attığı günden beri görmek istediğim diğer tutsaktı.

Sesi giderek netleşiyordu.

Vücudumdaki keskin acı aklımdaki acının yanında hiçbir şeydi. Adamın acısını, ıstırabını bütün benliğimde hissediyordum.

Bedenim acıdan kıvranırken bile ona yardım etmek istiyordum.

Daha sonra olanlar kendi adıma biraz utanç vericiydi. Besili bir fare olduğunu düşündüğüm şeye basmak birden hayatımın en korkunç anı oluverdi.

Her yerin fareyle dolu olduğunu, bir adım daha atarsam beni boğarak öldüreceklerini, kokuşmuş bir ölümle ölüp gideceğimi düşündüm. Alın size garip bir korku daha…

Bu yüzden, bu sefer hiçbir şeye basmamaya ya da takılmamaya dikkat ederek, üst kata koşup lanet olası kapıyı kapattım.

Yatağa uzanınca hemen gözlerimi kapadım. Tam o anda aklıma başka bir şey geldi.

Koreli adam Daniel’a benziyor. İfadesiz yüzü, aşırı korumacı davranışları, karısını daima kendinden aşağı görüp kontrol etmeye çalışması… Evet, onda Daniel'ı görüyordum.

Mide bulandırıcı bir histi. Daniel’a neden hâlâ âşık olduğumu gerçekten anlamıyordum.

Kendime onu sevdiğim için lanet edip uykuya daldım.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok