Çelik Yol - Kitap kapağı

Çelik Yol

Tinkerbelle Leonhardt

0
Views
2.3k
Chapter
15
Age Rating
18+

Summary

Çok Yakında - "Yeni Kitaplar" rafından gözünüzü ayırmayın!

Paxton kasabanın şerifinin kızıdır, Connor ise Red Riders Motosiklet Kulübü'nün lideri. Paxton büyüdüğü ufak kasabaya döndükten sonra yolları kesişir. Aralarında kıvılcımlar mı uçacak yoksa aşk maceraları tüm kasabayı yakıp kül mü edecek?

Fazla göster

Eve Dönüş

PAXTON

Üç başarısız ilişki, bir düşük vakası, sonuçsuz bir intihar girişimi, hayalimdeki işi ve evimi kaybetmem... Üstüne üstlük kedimin evden kaçışı.

Hayatımın son on yılıyla ilgili söyleyebileceklerim bunlardan ibaretti.

Başarısızlıklar, saçmalıklar ve talihsizlikler silsilesiyle geçen on yıl.

Şimdiyse, Batı Teksas’taki en büyük samanlıkların, geri kafalı insanların ve dindar ev hanımlarının bulunduğu Gatwick Kasabası’nda yaşayan anne ve babamın evine geri dönüyordum.

On sene önce buraya asla geri dönmeyeceğime dair yeminler etmiştim ama bu sözümü tutamamıştım.

Yirmi sekiz yaşına girmiştim ama hayatımın gidişatı çok da parlak gözükmüyordu.

Yolumun kesişeceği kadar talihsiz olduğum hayatımdaki son adam Evan, beni duygusal olarak epey yıpratmıştı.

Başlangıçta, genelde hoşlandığım tiplerden çok daha iyi birine benziyordu ve bir yıl içinde nişanlanmıştık.

Ama ilişkinin sonlarına doğru mesajları fazla sahiplenici bir tavır almıştı, ondan izin almadan evden çıkamıyordum ve bağırışlarla başlayan kavgalarımız beni hastanelik edecek kavgalara dönüşmüştü.

Kolayca ondan kurtulabilmek için birlikte aldığımız evdeki payımı ona neredeyse yok pahasına verdim. Doktorlar, düşüğün nedeninin zihnimdeki ve bedenimdeki stres yoğunluğu olduğunu söylediler ve tüm bunlara son vermek için bir şişe ağrı kesici aldım.

Ve elbette, onu da elime yüzüme bulaştırdım.

Tabii bir de Nadia meselesi vardı. Kindar ve zırdeli Nadia.

Nadia on yıllık dostluğumuzu mahvetmekle kalmamış aynı zamanda patronum olarak pislik kocasının bana uygunsuz bir teklifte bulunduğunu öğrenince beni işten çıkarmıştı.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi kariyerimi de mahvetti.

Ya şimdi? Değil redaksiyon işi almak, artık yayıncıların yakınından bile geçemiyordum.

Kedim bile ne kadar ezik olduğumu fark edip beni terk etmişti.

Sonunda, ailemin şehrin birkaç kilometre güneyindeki kır evine gitme kararı almıştım.

Kapıdan içeri girdiğim anda, “Bebeğim geldi!!!” diye bağırdı annem Christine Bradbury.

“Taşralı eş” kelimesinin mükemmel bir örneğiydi.

Annem ve babam liseden hemen sonra, genç yaşta evlenmişlerdi. Annem hamile kaldığı için evlendiğini asla dile getirmese de evlendikten altı buçuk ay sonra ben doğmuştum.

“Selam, anne,” dedim, heyecandan çok uzak bir tonda.

“Bebeğim, sesindeki tonu anlayabiliyorum. Bu isteksizliği baban duymadan uzaklaştırsan iyi olur.” Eve kelimenin tam anlamıyla beş saniye önce girmiştim ve şimdiden bir sıkıntı çıkmıştı bile.

“On üç saat araba kullandım. Şimdiden benimle uğraşmaya mı başladın?”

Annemi gerçekten seviyordum ama bir şekilde, hiçbir zaman tam oturamamış bir ilişkimiz vardı.

Ancak babamla ilişkimiz farklıydı. Onunla eskiden her konuda anlaşırdık…

Ama buradaki önemli kelime; eskiden kelimesiydi.

Bu konuya sonra döneceğiz.

Burası değişmemişti. Seramik büfesindeki aynı yerlerinde duran antika tabaklar, parke zeminler ve lüks antika mobilyalar vardı. Ama ironik şekilde “oturma odası” olarak adlandırılan bu odaya kimse girmezdi.

“Babam nerede?”

“Ofisinde. Ona selam vermeden önce çantalarını odana bırak, olur mu?”

Bunu söyledikten sonra mutfağa geri döndü. Üzerinde dizinin üzerinde güzel bir elbise ve çiçekli bir önlük vardı.

Kalbim göğsümden dışarı çıkacak gibi atarken üst kata çıktım.

On yıl önce, babamı en son gördüğümde “Bir daha asla buraya dönmeyeceğim,” demiştim ama şimdi bakın neredeydim.

Ceketimi çıkarıp çantalarımı çocukluk odama bırakırken, eski benliğimin kalıntılarıyla yüzleştim.

Oda tam olarak bıraktığım gibiydi. Posterler, eski CD’ler ve makyaj masamın üstünden benimle adeta alay eden mezuniyet balosu tacım aynen oldukları yerde duruyordu.

“Kabul et, Paxton,” diye mırıldandı kafamdaki küçük bir ses. “Kusmak üzeresin.”

Sonunda, o odada biraz daha kalamayacak kadar çok midem bulandığında gidip babamın ofisinin kapısını çaldım.

Sert bir tonda “Gel,” dediğini duydum.

Odasının kokusu da hâlâ aynıydı. Puro dumanı ve psikolojik baskı kokusu vardı.

“Selam, baba,” dedim kafamı kapıdan uzatıp oradan hızlıca sıvışabileceğimi umarak.

“Gel, dedim, Paxton-Rose.”

Onun gözleriyle tıpatıp aynı renk olan mavimsi gri gözlerimi devirdim.

Kırlaşmış sakalları güzelce tıraşlanmış halde maun masasının önündeki deri sandalyeye oturmuş, ellerini önünde kavuşturmuş ve gözlerini gözlerimin içine dikmiş yargılayıcı şekilde bana bakıyordu.

Dövmelerle dolu çıplak kollarıma onaylamayan gözlerle baktı ve öne eğildi.

“Birbirimizi en son gördüğümüzde bir daha bu kasabaya adım atmayacağını söylediğini çok iyi hatırlıyorum.”

“Baba, yalnızca ziyarete geldim. Bu kadar büyük bir sorun mu?”

Hayatımın mahvolduğu kısmını hemen atladıysam ne olmuş yani? Bunu bilmesine gerek yoktu. En azından şimdilik. Yüzündeki ifade biraz yumuşadı ve bana eskiden sevdiğim adamı hatırlattı.

“Üzgünüm. Sadece bize sürpriz oldu, bundan ibaret.”

“Bir de bana sor,” dedim. “Neyse, sonra görüşürüz.”

“Çok sonra olmasın, olur mu?”

“Tamam, baba.” Kelimeler dudaklarımdan dökülürken kendimden tiksindim.

Merdivenlerden inerken, annemin bir şeylerle meşgul olduğunu görünce kendime sorabildiklerim sadece şunlardı: Annem babama bunca sene nasıl katlanabildi? Özellikle babamın yaptığı onca şeyden sonra? Sanırım o zamanlarda da aptaldı, şimdi de.

Eve daha yeni gelmiş olmama rağmen duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Evden hemen çıkmalıydım.

Bir an bile düşünmeden evden çıktım, arabama atlayıp sürmeye başladım. Aklımda gidecek belli yer yoktu çünkü böylesine küçük bir kasabada gidilecek bir yer de yoktu.

Anaokulundan beşinci sınıfa kadar tüm sınıfların aynı sınıfta toplandığı tek katlı küçük bina olan eski ilkokulumun önünden amaçsızca geçtim.

Daha sonra büyükannem ve büyükbabamın gömülü olduğu mezarlığın yanından geçtim.

Sonunda, kasabanın tek trafik lambasının önünde dururken, lokal bar Ollie’nin Yeri’nin neon bira tabelasını gördüm.

Yanıp sönen tabela adeta beni çağırıyordu.

İşte bu!

Yeşil ışığın yanması için beş dakika daha bekledikten sonra arabamı park edip barın kapısından içeri girdim.

Evet, boşa geçirilen on yılı ve mutsuz bir kavuşmayı içkiden daha iyi hiçbir şey unutturamazdı.

***

CONNOR

Ollie’nin Yeri’nde böylesine çekici bir kızı her gün görmek mümkün değildi. İki numaram Patch ve onun yaşlı eşi Trixie ile Kızıl Motorcular işlerinden biraz mola vermek için barda oturuyorduk. Aslında kulüp binasında da oldukça iyi içkilerimiz vardı. Ama Trixie dışarı çıkmak istemişti.

Patch, deri kıyafetleri ve dövmeleriyle görünüşte çok sert olan klasik bir motorcuydu, ancak iş Trixie’ye geldiğinde itaatkâr bir köpek yavrusuna dönüşüyordu.

Kızı bir içki daha almak için bara doğru yürürken gördüğümde, Trixie’nin bizi dışarı çıkarmasına memnun olmuştum.

Siyah topuklu ayakkabılar, sıkı poposunu saran yırtık dar kot pantolonu, tek bir hareketle parçalanabilecek gibi gözüken küçük hoş bir üst ve çıplak kollarını kaplayan onlarca dövme.

Üst üste içki sipariş ediyor ve her seferinde tek yudumda içkisini bitiriyordu. Beş dakika içinde üçüncü bardağa geçmişti bile.

Belli ki sağlam sorunları vardı.

Tahrik olduğumu söylemem, o an hissettiklerimin yanında hafif kalırdı.

“Bakın kimler gelmiş. Paxton-Rose Bradbury!” dedi taşralı barmen Ollie, birçok kişiden yoğun Batı Teksas aksanıyla. Çoğu insan Ollie’nin konuşma tarzını sevecen bulunuyor gibi görünse de aksanı benim sinirimi bozuyordu.

Ne olursa olsun, artık gizemli kızın ismini biliyordum.

“Selam Ollie,” dedi kız umursamaz şekilde başını sallayarak.

“Şerifin kızı Gatwick’e neden geri dönmüş bakalım?”

Şerifin kızı mı? Demek o pisliğin bu kadar seksi bir kızı vardı. Herif on ay önce hapisten çıktığımdan beri gözünü üzerimden ayırmıyordu.

Evet, hayatımı büyük ölçüde mahvettiğimi biliyordum ama herkes günahlarından arınmak için bir şansı hak ederdi, değil mi?

Ve Paxton-Rose Bradbury gibi seksi bir kadından daha iyi kim beni doğru yolda tutabilirdi?

“Hadi ama, Ollie,” dedi kız. “İnsan arada bir ailesini ziyaret edemez mi?”

Kız, barın arkasından bir şişe kaptı ve bardağını dördüncü kez ağzına kadar doldurdu. Ollie yaptığına itiraz etmedi.

“Tatlım,” dedi Ollie, “Senin gibi bir kız işler ters gitmediği sürece böyle bir yere geri dönmez. Doğruya doğru. Söyle bakalım, herif kimdi?”

Kız şaşkınlıkla bir kaşını kaldırdı ve içkisini bir yudumda bitirdi.

“Diyelim ki... Şu an bahsederek keyfimi kaçırmama değecek biri değil.”

Kız konuşurken kelimeleri yuvarlamaya başlamıştı. Bir erkeğin böyle bir fıstığı elinden kaçırdığına inanamıyordum. Geri zekalı herifin aklı acaba neredeydi?

Kızın kendine güvenen bir tip olduğu belliydi. Böyle bir yere gelip kendi başına içki içmek özgüven gerektirirdi.

Ayrıca kırılgan bir tip olduğu da aşikârdı.

“Öyleyse, evde ailenle olmak yerine neden buradasın?” diye sordu Ollie.

Güzel soru, Ollie. On puan, evlat. Demek göründüğün kadar aptal değilsin.

“Ah, bilirsin, her ailede mutlaka bir alkolik olur... Benim ailemde de bu kişinin rolünü ben oynayabilirim diye düşündüm!”

“Soruma cevap vermekten nasıl kaçtın ama. Aileni en son ne zaman görmüştün?”

“Her parmak için bir yıl dersek, bu kadar olurdu,” dedi kız, iki elini de kaldırarak.

“On yıl mı?” dedi Ollie, şaşkınlıkla. “Vay canına! Beni ilgilendirmez tabii ama…”

Kesinlikle ilgilendirmez.

“Şu anda ailenle vakit geçiriyor olman gerekmez mi? Onları uzun zamandır görmediğin için diyorum.”

Kız omuzlarını silkti. “Ne anlamı var ki? Onları artık tanımıyorum bile. Ve tekrar tanıyacak kadar uzun süre burada kalmayı düşünmüyorum.” Konuşurken kollarını daha fazla kullanmaya başlamış, sesi daha yüksek çıkmaya başlamıştı.

“Herkes babamın muhteşem bir adam olduğunu düşünüyor...” dedi burnunun ucuna iki kez dokunmaya çalışarak ama başaramadı. Sarhoştu. “Ama gerçeği bilselerdi, o lanet olası, saf itibarı yerle bir olurdu.”

Baba sorunları var. Olur, bana uyar, dedim kendi kendime puromu çıkarırken. Yasaya göre halka açık yerlerde sigara içilmesi yasaktı ama Ollie sesini çıkarmaması gerektiğini biliyordu.

Ollie, “Bunu duyduğuna şaşıracaksın, tatlım, ama hiçbir ebeveyn kusursuz değildir,” diye cevap verdi.

“Evet,” dedi kız onu el hareketiyle geçiştirerek. “Biraz da senden konuşalım. Bar dışında başka ne var ne yok? Karın var mı? Çocukların? Ya da kocan?” Beşinci içkisini de bir dikişte bitirdi.

Ne halt yemeye kızın hâlâ içki içmesine izin veriyor?

Ollie bir kahkaha patlattı. “Hayır, hayatım. Senin dönmeni bekliyordum ve baksana, sabreden derviş muradına ermiş. Sen ve ben, hep hayal ettiğim o ilişkiye başlayabiliriz.”

Adi herif aleni şekilde kadınıma asılıyordu. Tamam, onun benim kadınım olmadığını biliyordum, ama er ya da geç olacaktı. Bu pisliğin ondan uzak durması gerekiyordu.

“Con... Bu turu alıyor musun?” diye sordu Patch, keşfimi yarıda keserek.

“Evet, bir dakika bekle.” İkisini izlemeye devam ettim.

“Ollie, teklifin beni oldukça onurlandırdı ama…” Paxton ayağa kalktı ve hafifçe yalpaladı. “Seni işinden etmeden gitmeliyim.”

“Peki, bu sefer gitmene izin vereceğim.” Ollie sırıttı. “Ama bil diye söylüyorum, sen bana bir şans verene kadar denemekten vazgeçmeyeceğim.”

Paxton, “İyi geceler, Oleander MacDermot,” dedi, sıkı vücudunu sallayarak ve sendeleyerek bardan çıktı.

Ama eve yalnız gitmeyecekti.

Onun eve sağ salim vardığından emin olacaktım. Araba kullanamayacak kadar fazla içmişti.

“Patch, motosikletleri al ve beni takip et,” diye emrettim. “Sen benimkine bin. Trixie, sen Patch’inkini al.”

Dışarı çıkarken, arabasının kapısını açmaya çalışan Paxton-Rose Bradbury’e yaklaştım.

“Hey, tatlım,” dedim. “Hadi anahtarları bana ver de seni eve ben götüreyim.”

Döndü ve bana baktı. Ve o an, ilk defa gözlerini bu kadar yakından gördüm.

Gri? Mavi? Kahretsin, ne renk olduklarını bilmiyordum. Tek bildiğim gözlerinin büyüleyici olduğuydu.

Önce bana, sonra arkadaşlarıma bakıp kaşlarını çattı.

“Ben... Sizi tanımıyorum bile,” diye geveledi.

“O halde tanışalım,” dedim, gülümseyerek. “Benim adım Connor, Connor Steel. Ya sen?”

Adını elbette biliyordum ama ona kendini tanıtması için bir şans vermek istemiştim. Adını söylemek yerine, pembe dolgun dudaklarıyla gülümsedi ve bana biraz daha yaklaştı.

“Connor Steel,” dedi. Onun ağzından kendi ismini duymak her erkeği deli etmeye yeterdi. Ama sarhoştu ve bundan faydalanacak değildim.

“Ben Paxton, Connor Steel. Ve seni temin ederim ki ben çok… Eğlenceli… Yani çok iyiyim, araba kullanabilirim.”

Eğlenceli ve iyi olduğunu kabul etmem gerekirdi ama anahtarları yine de elinden kaptım.

“Bana daha sonra teşekkür edersin. Hadi gel. Seni evine bırakacağım.”

Bunun üzerine arabanın sürücü koltuğuna geçtim. Paxton tam o anda bana meraklı bir bakış attı.

“Kimsin sen, Connor Steel?”

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok