Anlaşma - Kitap kapağı

Anlaşma

S.S. Sahoo

Hayal Kırıklığı

Brad

Kabul ettiğine inanamıyordum. Başarılı bir iş adamı olsam da kendi kendini yetiştirmiş bir iş adamı gibi muamele görmeye alışmış olsam da ona ne diyeceğimi şaşırmıştım. Angela çok ama çok masum biriydi.

Beni aramış, hayatını değiştirecek bir anlaşmaya evet diyordu. Babasının hastane masraflarını karşılamayı kabul etmiştim ama yine de hâlâ ona karşı kendimi borçlu hissediyordum.

New Jersey’deki hastanede onu bulmamın üzerinden birkaç gün geçmişti ve bugün anlaşmamızın detaylarını konuşmak için buluşacaktık.

Angela’yı Plaza'ya çay içmeye davet ettim, hemen kabul etti. Ardından, “Hangi plaza?” diye sorunca gülmeden edemedim, bu kız çok sevimliydi.

Karşılıklı pelüş koltukların bulunduğu köşede, her zamanki masamda oturmuştum. Birçok tanıdığımın buraya çay içmeye geldiği doğruydu fakat çiçeklerin ve süslerin ardındaki bu masa sayesinde onlarla denk gelmiyordum.

Atmosferin değiştiğini fark ettiğimde e-postalarımı kontrol ediyordum, sanki saunada rüzgâr esmiş de herkesi ferahlatmış gibi bir his vardı.

Başımı kaldırınca Angela’nın geldiğini gördüm. Endişeli bir tavırla mekâna adım attı, kaybolmuş bir çocuk gibi etrafına bakınıyordu. Gülümsemeden edemedim, planımın işe yaracağından emindim.

Angela

Bu sabah şaşkınlık içinde uyandım, bu kadar geç uyandığıma şaşırmıştım. Öğle vakti Brad Knight’la çay içmek için sözleşmiştim. Vay be, bu cümleyi kuracağımı hiç düşünmezdim, ~diye düşündüm. İnsanlar bu tarz buluşmalarda ne giyiyordu ki?

Takım elbise mi?

Gösterişli bir elbise mi?

Em’den yardım istemeyi düşündüm ama bunu yaptığım takdirde ona kiminle ve niçin buluştuğumu anlatmam gerekirdi. Bunun yerine üstüme kot pantolonumu ve bluzumu geçirdim ve en sevdiğim siyah botlarımı giyip kapıdan çıktım.

Google’a yazıp aratınca Plaza’nın herhangi bir plaza değil de Plaza Otel olduğunu öğrendim. Zenginlerin uğrak yeri olan Plaza’da iş adamları ve ünlüler kalıyordu.

İkindi çayı, yalnızca papatya ya da yüksek kaliteli siyah çayları içeren sıradan bir etkinlik değildi. Bunu trende okuyunca gözlerimi kot pantolonuma diktim. Hiç uygun giyinmemiştim, orası kesindi. Her geçen dakika stres seviyem yükseliyordu.

Beni içeri alırlar mıydı?

Kapıdan içeri girer girmez kapı görevlisi yerinden kalkıp beni durdurdu.

“Hanımefendi.”

“Ah, merhaba,” diye kekeledim. “Çay için gelmiştim.”

Kaşının birini beni sorgularmışçasına kaldırdı.

“Bay Knight’la görüşeceğim,” dedi, ağzımdan çıkanlara ben de inanamıyordum. Ama adını söylemem yetmişti.

“Harika,” dedi görevli, Fransız aksanı onu daha da korkutucu kılıyordu. “Beni izleyin.”

Yemek odasının kapısını açınca nefesim tutuldu. Dekor en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü ve oda o kadar güzel tasarlanmıştı ki içeri girince bir şeylerin bozulacağından korktum.

Etrafa bakındım, gözlerim masalarda dolaştı, kendimi bir uzaylı gibi hissediyordum. Arka köşede Brad’i gördüm, ayağa kalkıp bana el salladı. Hâlâ yanımda bulunan kapı görevlisi tekrar kaşını kaldırdı.

“Yardımınız için teşekkürler,” dedim usulca. Ardından dergilerde gördüğüm ünlülerin oturduğu masaların arasından geçtim. Vay canına.

“Oturun lütfen,” dedi Brad ben onu duyabilecek mesafeye gelince. Karşısındaki koltuğa işaret etti. Sanki bir bulutun üzerine oturmuştum. “Bana katıldığınız için teşekkür ederim.”

“Beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim,” diye cevapladım, gerilmiştim. “Burası harika bir yer.”

“Bu mu?” dedi etrafına bakarak. “Bu hiçbir şey değil.” Ama yüzünde bir gülümseme belirmişti, niçin güldüğünü bana açıkladı. “İnsan buna alışıyor.”

“Ben alışabileceğimi sanmıyorum.”

“İnanın bana,” dedi, “tüm bu şatafat cazibesini zamanla kaybediyor. Paylaştığın kimse olmayınca satın alabileceğin şampanyanın bir sınırı oluyor. Bu yüzden buradasınız.”

“Çay vakti şampanya mı içiyorsunuz?” diye sordum, kafam karışmıştı. Derken papyon takan bir garson masamıza geldi, bir modele benziyordu. Brad’e baktı.

“Bay Knight? Her zamankinden mi alacaksınız?”

Brad başını çabucak salladı ve garson bana bakmadan yanımızdan ayrıldı. Brad öne doğru eğildi, konuşmayı ~başlatmak için hazırlandığını görebiliyordum.

“Evet, Angela. Oğlum Xavier’in başından çok şey geçtiğini bilmiyor olabilirsiniz. Düşünülenin aksine benim gibi bir babayla büyümek zor. İnsanın üstünde çok fazla baskı kuruyor. Ve bu baskı zamanla birikip…”

“Patlıyor,” diye tamamladım cümlesini. Yüzüm kızardı. Az önce Brad Knight’ın lafını mı kesmiştim ben?

Bana bakıp başıyla onayladı.

“Aynen öyle. Son zamanlarda Xavier kontrolden çıkmış gibi hareket ediyor. Bence… siz onu kendine getirebilirsiniz. Ona önemli olanın ne olduğunu hatırlatabilirsiniz. İşte teklif ettiğim şey bu.”

“Yani oğlunuzla evleneceğim, siz de babamın sağlığı… hastane faturaları…”

“Her şeyi karşılayacağım,” dedi. Böyle kesin konuşunca ona güvendim. “Bu anlaşmadan kimseye bahsetmediğiniz sürece. Ne yaptığınızı ve niçin yaptığınızı kimse öğrenemez. Aileniz ve arkadaşlarınız da dâhil. Oğlum Xavier de öyle.”

Bana birkaç sayfalık bir belge uzattı, otuz maddeden oluşan bir kontrattı bu. Hastane yatağında yatan babamın solgun yüzü, gözümün önüne geldi.

Aklım bana durmamı, bunu tekrar düşünmemi söylese de elim ondan bağımsız hareket ediyordu. Brad Knight'ın elindeki süslü kalemi aldım ve sözleşmeyi imzaladım.

Modele benzeyen garsonun önüme koyduğu, buharı üstünde tüten çaydan bir yudum aldım.

Bradsaat 3, Central Park.
BradDüğün fotoğraf çekimi.
BradAraba göndereyim mi?
AngelaGerek yok
AngelaTrenle gelirim

Onunla Plaza’da görüştükten birkaç gün sonra Brad bana talimat içeren mesajlar yollamıştı. Düğün fotoğraf çekimi de neydi? Gelin ile damadın düğünde fotoğraf çekildiğini biliyordum elbette ama düğünden haftalar öncesinde niçin çekim yapılıyordu ki?

Brad rahat kıyafetler giymemi söylemişti, bu yüzden çekimin öyle resmî bir şey olmayacağını düşünmüştüm. Columbus Circle İstasyonu’nda iner inmez Brad’i parkın kenarında gördüm. Aktörlerin film çekilirken kullandığı türden bir karavanın önünde duruyordu. Bana el salladı, çok heyecanlı görünüyordu.

“Angela! Buraya!”

“Geliyorum!” dedim, sesim fazla yüksek çıkmıştı.

Ondan birkaç adım uzaktaydım ve ben karşıya geçene kadar karavanın kapısını açmıştı. İçerideki kargaşayı görebiliyordum.

“Burada senin için toplanmış olan bir kuaför, bir makyöz ve bir de stilist var,” dedi Brad ellerini çırparak. “Acele etmeyin. Sihirli saatte çekime başlayacağız.”

“Sihirli saat mi?” diye sordum. Söyledikleri kafamı karıştırmıştı.

Brad, “4:30 ile 6:30 arası,” diye cevapladı ve ardından fısıldadı: “Bana böyle dediler yani.”

Karşılık veremeden stilist kadın beni tutup karavanın içine çekti ve kapıyı kapattı.

XavierGeç kalıcam
BradBu kabul edilemez, Xavier.
BradXavier?
BradOğlum, bana cevap ver.

Aynada gördüğüm yüzün bana ait olduğuna inanamıyordum. Saçlarım karmaşık örgülerle başımın üstüne tutturulmuştu, örülmemiş birkaç tutam saç yüzümü çevreliyordu. Hem şık hem de fazla uğraşılmamış gibi görünüyordu. Diğer bir deyişle aynadaki yansımam bana hiç benzemiyordu.

Makyöz Sky bir saati aşkın süredir makyajımla uğraşıyordu. Gözlerime koyu kahverengi göz kalemi, yanaklarıma ise pembe allık sürmüştü. Normalde maskara dışında makyaj ürünü kullanmıyordum, yüzümde bu kadar çok boya olması kendimi kıyafet oyunu oynuyormuş gibi hissetmeme neden oldu.

“Hazır mı—?” dedi Brad, yarı açık kapıyı çalarken. Ama beni görünce donakaldı.

Dizlerime kadar inen beyaz dantel bir elbise ve yürürken endişelenmeme neden olan topuklu ayakkabılar giyiyordum. Dengemi kaybetmeden zar zor yürüyebiliyordum ama etrafımdakilerin pek de umurundaymış gibi görünmüyordu. Brad beni baştan aşağı süzdü.

“Çok güzel görünüyorsun,” dedi babacan bir tavırla ve o anda babamın da aynı şeyi söylediğini hayal ettim. Gülümsedim.

Brad elimden tutup beni dışarı çıkardı, çimde rahat yürümemi sağlamaya çalışıyordu. Birkaç kez düşecek gibi oldum ama parkın içine kurulmuş çekim setini görünce ayakkabıları unuttum.

Ağaçların arasına asılmış ışıklar, çimlerin üstünde geniş bir piknik örtüsü ve türlü şarküteri ile soğutulmuş şarap şişelerinin bulunduğu bir masa vardı. Bir HGTV programındaymışım gibi hissediyordum.

“Bu… mükemmel,” dedim, Brad’e dönerek.

“Düğünü görene kadar bekle,” dedi ve göz kırptı. İnanamıyordum. Bir şeyin eksik olduğunu fark edip etrafa bakındım.

“Xavier nerede?”

Brad tereddüt etti – onu ilk defa bu halde görüyordum – ama tam konuşacakken dikkati arkamdaki bir şeye kaydı. Yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı.

“İzninle hayatım,” dedi ve yanımdan geçip oğluna sarılmaya gitti.

Onu o zaman gördüm: 1.83 boyuyla Xavier Knight. Uzun boylu, esmer ve yakışıklıydı. Bu kadarı belliydi. Babasına sarılıp bana baktı, sakin ve aklı başında görünüyordu.

Brad onu yanıma getirdi, Xavier yanağımdan öpüp, “Merhaba,” dedi.

“Selam,” dedim. Bakışlarımı yere çevirdim, ellerim terlemeye başlamıştı.

Çekim on beş dakika sürdü. Xavier’le birbirimize gülümseyip bakışıyorduk. En azından deniyorduk.

Xavier’e bakmak güneşe bakmak gibiydi. Çok yoğun bir enerjisi vardı. Ne zaman bakışlarımı kaçırsam fotoğrafçı, “Gözlerinin içine bak!” diye bağırıyordu ve fotoğrafçı tarafından azarlanmak, nişanlımın gözlerine bakınca yüzümün kızarmasından daha utanç vericiydi.

“Bu çekim Times’ı şaşırtacak,” dedi fotoğrafçı, işimiz bitince. “Jennifer ve Brad bir araya geldiğinden beri sizin kadar çekici bir çiftle karşılaşmamıştım.”

Onu gayet net işitmiş olsam da benim hakkında konuştuğuna inanamıyordum. Çok tuhaf davranıyordum ve yanaklarım domates gibi kızarmış olmalıydı.

Xavier’in elinde bir şişe şarapla bana doğru yürüdüğünü görünce daha da gerildim. Senden beklentileri olacak, bir eş gibi davranmalısın. Ama daha önce erkek arkadaşım dahi olmamıştı, bu yüzden ne yapmam gerektiğini bilmiyordum

Brad birkaç metre ötede durmuş, fotoğrafçının elini sıkıyordu. Ona baktığımı görünce bana gülümsedi. Sonra oğlunun bana yaklaşmakta olduğunu görünce gülümsemesi büyüdü. Yanıma gelmiş olan Xavier’e döndüm.

“Tanıştığımıza sevindim,” deyiverdim çünkü bir şey söylemem gerektiğini hissediyordum ama nereden başlayacağımı bilmiyordum. Bana gülümsedi ama mimiklerinde bir tuhaflık olduğunu sezdim. Gülümsemesinin altında gizlediği bir şey vardı. Gülümsemesi yüzünün büründüğü ifadeyle uyuşmuyor gibiydi.

Yere baktım ve konuşmasını bekledim. Bir şey demek yerine dudaklarını yanağıma yaklaştırdı.

“Kim olduğunu bilmiyorum,” dedi, nefesini kulağımda hissediyordum. “Neyin peşinde olduğunu bilmiyorum. Ama seni görebiliyorum. Yapılmış saçların, makyajın ve elbisenin altında kim olduğunu görüyorum.”

Dudakları diğer yanağıma sürtündü ve ağzından zehir saçmaya devam etti. “Gerçekte kim olduğunu görüyorum seni para avcısı orospu. Ve senden nefret ediyorum.”

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok