Barbar - Kitap kapağı

Barbar

G.M. Marks

0
Views
2.3k
Chapter
15
Age Rating
18+

Summary

Acımasız Mock, barbar sürüsünün başında köy köy yakıp yıkarken kimse azabından kurtulamaz. Grinda kaçırdığında, kaderine teslim olur. Her şeye rağmen aralarında ateşli bir aşk filizlenir. Topraklarını ve halklarını bölen nefret ve korkunun ortasında aşkları hayatta kalabilecek midir?

Yaş sınırı: 18+

Fazla göster

Birinci Bölüm

“Ee, ne düşünüyorsun?”

Mock, Croki’nin yanında durdu. Elini gözüne siper edip küçük köyü inceledikten sonra, “Kolay av,” dedi.

Atı huzursuzca kıpırdanıp ayağını yere vurdu.

Mock, at sakinleşene kadar dizginleri çekiştirdi. Oldukça uzun, bilekleri bir dal gibi kalın, kaslı bir attı. Bir zamanlar bir çiftçiye ait olan bu atın dayanıklılığına söylenecek söz yoktu.

Mock sinsi bir şekilde sırıttı. Bir gece önce kılıcını keskinleştirmek için saatlerini harcamış, rastgele düelloya çıktığı bir adamın karnını tek vuruşta ikiye ayırmıştı.

Mock şimdi bile onu ölüme terk ederken attığı çığlıkları duyabiliyordu. Çiftlik hâlâ zor bir meslek olmalıydı. Altı çocuğu olan adam merhamet nedir bilmiyordu.

Güzel bir gün olacak gibiydi.

At pek hızlı sayılmazdı. Daha çok araba çekmeye ve tarlaları sürmeye alışkındı. Yine de bir cadının kalbi kadar siyah, bir öküz kadar güçlüydü. Diğerlerinin aksine kandan çekinmiyor, sahibinin sürdüğü her yere bana mısın demeden gidiyordu.

Barbar sürüsünün lideri, ölüm ve yıkımın habercisi, katil, şeytan ve kadınların amansız tecavüzcüsü Mock’a da böyle bir yakışırdı.

Onu gören herkes korkudan tir tir titrer, kimisi hayatını bağışlaması için yalvarırdı. Nitekim sonuç hep aynı olur, ortam kan gölüne dönerdi.

Mock küçük köye bakarak somurttu. Baskın için güzel bir gündü. “Kardeşlerimiz hazırlansın. Bir saat içinde saldıracağız.”

Croki başıyla onayladıktan sonra geldikleri yoldan dörtnala geri döndüler. Doğu bölgeleri çok uzun zamandır bir savaşa tanıklık etmemişti. Mock ise kılıcını kınından çıkarmak için sabırsızlanıyordu.

Yakında buna bir son verecekti.

***

“Git kuyudan biraz daha su getir. Çok az kaldı.”

“Tamam, anne.”

“Bu arada dün ineği sağdın mı? Dün gece çok ses çıkardı. Sabah bir baktım her yere bulaştırmış.”

“Hayır, anne. İstersen hemen şimdi yapayım.”

“İneği sağdıktan sonra biraz ekmek de pişir. O herifler ne zaman eve dönseler kurt gibi aç oluyorlar.”

“Tamam.”

Grinda’nın annesi, siyah saçları yüzüne dökülen küçük Edwin’in göğsüne şöyle bir baktı. Tek odalı küçük kulübelerinin içi kasvetliydi.

Doğan güneşin ışığı kapıdan ve saman tavandaki boşluklardan içeri süzülse de etrafı pek de aydınlatmıyordu.

Dışarıdan Grinda’nın iki küçük kardeşinin yakalamaca oynarken çıkardıkları sesler geliyordu. Evin içinde birbirlerini kovalarken çığlık atıyor, nefessiz kalana kadar gülüyorlardı.

Akşam yemeği için yiyecek toplamaları gerekiyordu. Lahana, soğan ve patateslerin bir kısmı senenin bu vakti olgunlaşmış olurdu.

Grinda iç çekerek paçayı sıvadı. İş başa düşmüştü bir kere. Böylesine önemli bir görev iki sersem çocuğa bırakılamazdı.

Kapıdan çıkıp dışarı adımını atar atmaz hasır ayakkabılarının tiz gıcırtısı duyuldu.

“Billy, Jacob, annenizi dinleyin bakayım!” diye seslendi, evin etrafından dönerken. Birbirlerini yere yatırıyor, toprakta tepiniyorlardı.

Grinda yüzünü buruşturdu. Yıkanacak daha fazla giysi, bakılacak daha fazla kesik, yamanacak daha fazla yırtık onu bekliyor olacaktı.

Billy bir anda bağırarak ayağa fırladığı gibi kaçmaya başladı. Jacob da hemen peşine takıldı. İkisi de komşunun evine doğru gözden kayboldular. Bu haylazların sözüne aldırış etmedikleri aşikârdı.

Grinda bahçeden geçerken tavuklar bir o yana bir bu yana koşuştu. Ailenin ineği onun yaklaşmasıyla başını kaldırıp onu evin arkasına bağlayan ipi çekiştirdi.

Bunun üzerine Grinda kaşlarını çattı.

Memeleri kıpkırmızı olmuş, alttaki toprak sütle ıslanmıştı. Acı çekiyor olmalıydı. Bir an burnuna ekşi bir koku geldi.

Grinda onun bütün gece böğürdüğünü ve tepindiğini duymuş olsa da bakamayacak kadar yorgundu.

“Özür dilerim, kızım,” dedi Grinda, suçluluk duygusuyla ineğin boynunu okşarken. İnek kuyruğunu sallayıp bir böğürtü daha çıkardı. “Dün hiç vaktim olmadı.”

Kovayı alıp onun yanına diz çöktü. Bu sırada eteklerini çamur bulaşmaması için uçlarını kıvırmayı ihmal etmedi.

İneğin memeleri ıslak ve kaygandı. Süt, kovanın içine yoğun bir şekilde fışkırıyordu. Çok geçmeden kova neredeyse ağzına kadar dolmuş, inek ise sakinleşmişti.

Grinda ineğin bacağını okşadı. “Daha iyi misin bakalım?”

İnek ise elini koklayıp yanağını parmaklarına sürttü.

Grinda sütü annesine bırakıp boyunduruğu aldıktan sonra kuyuya doğru yola koyuldu.

Köyde bir hareketlilik vardı. Grinda, tahıl ve su dolu kovalarını taşıyan birkaç kadına el salladı.

Sepetleri taze yumurtalar ve yeni toplanmış sebzelerle dolu bir grup küçük kız fısıldaşıp kıkırdadı.

Grinda birbirlerine sopa, taş ve gübre fırlatan bir grup genç çocuktan kaçınmaya dikkat etti. Bir çift bağırıp çağırarak havlayan bir köpeği kovalamaya başladı.

Çoğu çiftliklerde çalıştığı için köyde çok az erkek vardı.

Başına vuran güneşe Grinda atkısını yüzüne doğru çekerek çözüm bulmuştu. Sıcağın etkisiyle alnından boncuk boncuk terler süzülüyordu. Ensesine yapışan saçı ise derisini iyiden iyiye kavuruyordu.

Boyunduruğu kaydırarak omuzlarının biraz olsun rahatlatmasını sağladı. İki ucuna asılı kovalar boş bir şekilde sallanıyordu.

Arabanın tekine gübre dolduran bir kadının yanından geçerken burnunu kırıştırdı.

Grinda kuyuya yaklaştıkça demirci dükkânından gelen sesler daha da belirginleşti.

Demirci kızgın demiri su dolu fıçıya daldırırken bir buhar tıslaması duyuldu. Kırmızı yüzünden gür sakalına kadar yüzünün her yeri pancar gibi kıpkırmızı olmuştu.

Pazılarından ve güçlü göğsünden ter damlacıkları süzülüyordu. Grinda yanından geçerken bir an ona bakakaldı.

Sıcaktan bunalmış bir grup kadın kuyunun başında bekliyordu. Grinda yanlarına geldiğinde onları selamlamayı ihmal etmedi.

Gülümseyerek selam verseler de sanki gizli bir şey konuşuyorlarmış gibi garip bir şekilde sessizliğe gömüldüler.

Grinda kaşlarını çatarak merakla onlara baktıktan sonra boyunduruğunu yere bıraktı. Yükü bıraktıktan sonra rahat bir nefes alıp etrafına şöyle bir baktı.

Kovalar boşken bile omuzlarını acıtıyor, iyileşmeye hiç fırsat bulamayan eski yaraları daha da kötüleştiriyordu.

“Bir sorun mu var?”

Mirabelle kafasını salladı. Agnus başka tarafa baktı. Janelle ise iç çekti. Bella hepsine arkasını dönmüş, bir kova suyu yukarı çekerken makarayı düzgün tutmakla meşguldü.

Eva etli butlu kollarını kavuşturdu. “Muhtemelen ona söylemeliyiz.”

Mirabelle göz ucuyla ona çaktırmadan baktı. “Bence de. Nasıl olsa öğrenecek.”

“Yine de daha çocuk. Korkabilir. Karin öyle mi?” Janelle’in yanağından bir ter damlası süzülünce boşta kalan elinin tersiyle terli yüzünü sildi.

Grinda omuzlarını dikleştirerek kendinden emin bir görüntü vermeye çalıştı. “Ben çocuk değilim. Annem de patronum değil.”

Ne haklı ne de haksız sayılırdı. Evde babasının sözü geçse de işini bitirdiği sürece ne yaptığı umurunda olmazdı.

Bu sırada Bella su dolu kovayı getirdiklerine boşalttı. Yüzeye çarpan suyun sesi nedense Grinda’yı bir nebze olsun rahatlatmıştı.

Eva omuz silkti. “Madem ısrar ediyorsun. Dün gece geç saatlerde köye bir atlı geldi. Lord Triston’ın şövalyelerinden biri olduğunu söylediler.”

Grinda’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. “Şövalye mi? Gerçek bir şövalye mi?” Daha önce hiç şövalye görmemişti.

Lord Rickard da bir zamanlar şövalye olsa da artık savaştığı günleri geride bırakmıştı. Göbeği önden giden, merdivenleri bile doğru düzgün çıkamayan bir adama dönüşmüştü.

“Hâlâ burada mı?”

“Sanmıyorum. Eminim Redburn’e gitmek için sabahın köründe yola çıkmıştır.” Redburn yanımızda bulunan bir köydü. Quay köyünden oraya gitmesi eşek sırtında sadece bir saat sürüyordu.

“Neden?”

“Ne bileyim, müneccim miyim sanki?” Eva dinlemek için yaklaşan Bella’ya baktı. Boyunduruğunu kuyuda bırakmıştı. Eteğinin ıslak kenarları sıska bacaklarına yapıştığı için yürümekte zorluk çekiyordu.

“Tehlikede olabiliriz.” Eva bir an duraksadı. Grinda’nın tedirginliğinin tadını çıkarıyordu. “Görünüşe göre Quinton ile Tacturn köylerine barbar baskınları olmuş.”

Grinda’nın nefesi kesildi. Agnus bir elini hamile karnının üzerine koydu. Bella kaşlarını çattı.

“Ama sadece iki gün kaldı!” Grinda dedi ki. “Sence buraya gelecekler mi?”

“Bilmiyoruz,” dedi Janelle, Eva’ya sinirli bir bakış atıp.

“Ama şövalye endişeliydi,” diye ekledi Eva, Janelle’i görmezden gelerek. “En azından benim duyduğum kadarıyla. Dün gece Lord Rickard’la konuşmuş.”

Grinda eteklerini tuttu. “Ne yapmamız gerekiyor?”

“Dua et.”

***

Grinda akşam yemeği için tabakları yerleştirdikten sonra yahniyi hepsine eşit şekilde dağıttı. Ardından ekmekleri kesip herkese günün erken saatlerinde kuyudan çektiği sudan birer fincan doldurdu.

Bitkin duran babası ve üç ağabeyinin üzeri kir pas içerisindeydi. Yemeklerini yerken ona teşekkür etmek şöyle dursun, yüzüne bile bakmıyorlardı.

Güneş ufuktaki yerini alırken küçük, kerpiç kulübenin içi sıcacıktı.

Bir mum yakmayı israf olarak gördükleri için içerisi hafif karanlıktı. Hava iyice karardığında zaten yatmış olurlardı.

Jacob ile Billy’nin oturduğundan emin olduktan sonra aralarına geçti. Babasının yüzündeki çizgilerde gördüğü aynı acıyı, kardeşlerinin omuzlarındaki aynı ağır çöküşü hissetti.

Midesi gurulduyor olsa da yemekle oynayıp durdu. Üzerinde bu kadar sorumluluk varken nasıl rahatça yemek yiyebilirdi?

Annesi karşısında oturmuş, Edwin memesini emerken yemek yemeye çalışıyordu. Küçük çocuk her zaman açtı. Yine de yakında aç olmamayı öğrenecekti.

Küçük kulübeleri sade ve küçük olsa da en azından dışarıdan daha serindi.

Kapı güneye, pencere ise kuzeye bakıyordu. Bu yüzden ne sabahın göz kamaştırıcı ışıklarından ne de öğle sonrası boğucu sıcaktan mustariptiler.

Katlanılabilir bir yaz, birkaç ay sonra yerini dondurucu bir kışa bırakacaktı.

Çatı çamur ve samandan yapılmıştı. Sert bir şekilde pişirilmiş yapı malzemesi zeminde de kullanılmıştı. Grinda’nın kürekle kaldırdığı ve çok kirlendiklerinde değiştirdiği toz telle kaplı dövülmüş topraktan ibaretti.

Babası kaşığıyla kâsesinin dibini sıyırdıktan sonra başını kaldırıp kızının tabağına baktı. “Yemiyor musun kızım?”

“Hayır, baba.”

“Hasta mısın?”

Kafasını salladı.

Babası ellerini beline koymuş, sırtını duvara yaslamıştı. Kan ve çamur kaplı ön kolu kirden simsiyah tırnaklarıyla uyumluydu.

Bitkin ve yaşlı görünüyordu. Sakalına yer yer ak düşmüş, çatık kaşlarını ve ağzının sarkık köşelerini kırışıklıklar istila etmişti.

Tuniği omuzlarına gevşekçe oturuyordu. Pantolonunun kemeri ise iple bağlıydı. Besleyecek bu kadar çok boğaz varken kendisini oldukça ihmal etmişti.

“O zaman yemeğini kardeşlerinle paylaş,” dedi.

Tabağını iter itmez kardeşleri de kaşıklarını daldırarak tabağın etrafında toplandılar. Grinda babasını dikkatle izlerken yaşlı adamın yüzünde herhangi bir endişe ibaresi yoktu. Şüphesiz haberleri duymuş olmalıydı.

Boğazını temizledi. “Baba?” Adam kaşlarını kaldırdı. “Duydun mu?”

Dudaklarını birbirine bastırdı. “Evet, duydum.”

Grinda annesine baktı. Yüzünü Edwin’in üzerine eğmişti, uzun siyah saçları yüzünü gizliyor olsa da Grinda duruşundan ne kadar gergin olduğunu anlayabiliyordu.

“Ne yapmamız gerekiyor?”

“Hiçbir şey.”

Grinda bir an tereddüt etti. Babasını sorgulamak ateşe barutla gitmek gibi olsa da onun müthiş gazabından duyduğu korku bile kana susamış bir barbar sürüsü düşüncesiyle boy ölçüşemezdi.

İşkence, cinayet, tecavüz. Grinda dizlerini birbirine kenetledi. Kulaktan kulağa yayılan hikayelerden o da nasibini almıştı.

“Emin misin?”

Sanki zaman bir an için durmuş gibiydi. Herkes kaskatı kesilmişti. Kimseden çıt çıkmıyordu. Öyle ki, Edwin bile kıpırdanmayı bırakmıştı.

Duvarlar üzerine geliyormuş gibi hissetti. Babasının ona baktığını fark edince utangaç bir edayla başını eğdi.

“Beni sorgulamaya nasıl cüret edersin, kızım?”

Grinda kafasını o kadar eğmişti ki çenesi göğüslerine değecekti. Kırbacının acısını hatırlayınca içini bir korku kapladı. Geçen seferkinin acısı hâlâ geçmemişti. “Özür dilerim, baba.”

Daha fazla sessizlik. Grinda kılını bile kıpırdatmadı. Sonunda babası derin bir nefes alıp sırtını tekrar duvara yasladı.

Gergin atmosfer dağılmış gibiydi. Kardeşleri yemeklerine geri döndüler. Edwin ise emmeye devam etti. İyice korkmuş olan Grinda sonunda cesaretini toplayıp kafasını kaldırdı.

“Korkuyu bilmenin günahı yoktur, özellikle de bir kadın için,” dedi yaşlı adam.

“Durum kontrol altında. Söylentilere göre Lord Triston en iyi adamlarından oluşan üç bölüğü barbarlarla kafa kafaya çarpışmaya göndermiş. Bu topraklarda ikinci şafağa kalamazlar.”

Grinda başıyla onayladı. “Güzel, baba.”

Annem onu diğer göğsüne doğru kaydırırken Edwin sızlandı. Billy ile Jacob masanın altında birbirlerini tekmelemeye başlayınca tabaklar sallanmaya başlandı.

Grinda ise parmaklarını iyice dizlerine bastırmış bir halde pencereden dışarı bakıyordu.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok