Maskenin Ardında - Kitap kapağı

Maskenin Ardında

Jessie F Royle

0
Views
2.3k
Chapter
15
Age Rating
18+

Summary

Houston’daki işlek bir restoranda baş aşçı olarak çalışan Roxanne, yoğun iş temposuna bir gece ara vererek en yakın arkadaşı Casey’le meşhur Manfredi Maskeli Balosu’na gider. Bunun üzerine hayatının en seksi gecelerden birini yaşar. Bu deneyiminin ardından; bir değil, iki değil, ÜÇ nefes kesici yakışıklı peşine takılır. Roxanne, kimsenin kalbini kırmadan bu üçgenden yakasını kurtarabilecek midir? Yoksa bu adamlar onu bir çıkmaza mı sürükleyecektir?

Yaş Sınırı: 18+

Fazla göster

60 Chapters

Chapter 1

1. Bölüm

Chapter 2

2. Bölüm

Chapter 3

3. Bölüm

Chapter 4

4. Bölüm
Fazla göster

1. Bölüm

Birinci Kitap

ROXANNE

Siyah Lincoln limuzinden endişeyle inerken, karşımda yükselen beş yıldızlı devasa Manfredi Hotel’e baktım.

Otuz beş katıyla şehrin en görkemli hoteli karşımda duruyordu. Parlak çelikten ve pencerelerden oluşan ön cephesi gökyüzüne uzanıyordu.

Casey’nin beni buna ikna etmiş olmasına hâlâ inanamıyordum. Tüm kıvrımlarımı saran ve straplez kesimiyle göğüs bölgemi öne çıkaran, zümrüt yeşili boydan elbiseme şöyle bir baktım.

Üst baldırıma kadar uzanan derin bir yırtmacı vardı. Normal şartlar altında bu kadar seksi ve güzel bir elbise giyecek biri değildim.

Genellikle kot pantolon ve tişört tercih ederdim ama bu gece cüretkâr hissediyordum.

Cüretkârlık benim için yeni bir kavram olsa da, hotelin sahibi milyarder Spence Manfredi’nin ev sahipliği yaptığı bu seçkin balo da cüretkârlığın timsali niteliğindeydi.

Yalnızca davetlilerin katılabileceği janjanlı bir partiydi. Bu partiye sadece sosyeteden birkaç kişi davet ediliyordu.

Casey’nin henüz tanışmadığım yeni erkek arkadaşı Lucas, Bay Manfredi için çalıştığından dört davetiye ayarlamayı başarmıştı.

Gelgelelim davetiye alınmış olsa bile, bir hafta öncesinden onay için parti organizatörlerine bir fotoğraf gönderilmesi gerekiyordu.

Casey geçen hafta bu partiden bahsettiğinde, oturma odamda çektiğim tuhaf bir fotoğrafımı göndermiştim.

Neden mi?

Hiçbir fikrim yoktu ama tüm medya organlarına yasaklanmış bu gizemli parti için fotoğraf göndermek bir ön koşuldu.

Neyse ki beni layık görmüşlerdi. Davetli listesine eklenmiş, hotelin adının altın harflerle yazılı olduğu siyah küçük bir kart teslim almıştım.

İkimiz de daha önce böyle bir etkinliğe katılmamıştık ama Casey’nin söylediğine göre erkek arkadaşının Houston’da kalabalık bir sosyal çevresi vardı.

Bu gece hem nihayet Lucas’la tanışabilecektim hem de gizemli bir adamla randevum olacaktı.

Tanımadığım biriyle randevu, öf! ~Son zamanlarda birileriyle flört edecek zaman bulamıyordum.~

Popüler ve dolayısıyla yoğun bir et restoranında baş aşçı olarak çalıştığım için meşguldüm. Casey bana pes ettirene kadar beni sıkıştırdığı için ben de hafta sonu izin almaya karar vermiştim.

Bir altmış yedilik boyuma ek olarak giydiğim için dev gibi hissettiğim, on iki santimlik yeşil saten topuklu ayakkabılarla dengemi bulduktan sonra hotelin lobisine yöneldim.

Hotel çalışanı saygıyla gülümseyerek bana kapıyı açtı. Parti salonuna girmeden önce kendime son bir kez çekidüzen vermeye karar verdim.

Geniş lobinin yan tarafında kalan tuvaletleri buldum. Boy aynasının karşısına geçerek saçımla makyajımı detaylıca kontrol ettim.

Yeşil gözlerimi ortaya çıkaran dumanlı göz makyajım, dudaklarımdaki parlatıcım ve beyaz tenime yaptığım canlı ten makyajım yerli yerindeydi.

Tepeden sıkıca topuz yaptığım uzun kızıl saçlarım hâlâ jilet gibiydi. Öğleden sonra hazırlanmak için üç saatimi harcayıp bunun karşılığını almıştım.

Görüntümden memnun olunca partiye geçme zamanımın geldiğine karar verdim. Küçük, siyah, deri çantamdan telefonumu çıkarıp kontrol ettim. Casey’den bir mesaj vardı.

CaseyRoxie, biraz geç kalacağım. Trafiğe kaldım. Partiye bensiz geç, ben de fazla gecikmeden orada olacağım!

Mesaj geleli daha altı dakika olmuştu. Telefonu neden duymadığımı merak ettim. Sonra telefonumun titreşimde olduğunu gördüm.

Galiba bir süreliğine tek kalacağım.

Telefonumu çantama koyduktan sonra, zımparalanmış çelikten yapılmış çift taraflı büyük kapılara yaklaşırken iç geçirerek derin bir nefes aldım.

Kapıda tek tip smokin giymiş iki korkutucu güvenlik dikiliyordu. Çekinerek onlara yaklaştım.

Soldaki adam derin ve gür sesiyle, “Davetiye?” diye sordu.

Davetiyeyi çantamdan çıkarıp ona uzattım. Kısa bir anlığına inceledikten sonra başını sallayıp bana geri verdi. Sağdaki adam benim için kapıyı açtı.

Kapının eşiğinden geçerek partiden ayrılmış başka bir alana girdim. Burası biraz farklıydı.

Duvarlar koyu kırmızı kumaşla kaplanmıştı. Duvarların önünde parlak siyah kutularla dolu kocaman bir raf ünitesi vardı.

Ünitenin önündeyse, üzerine beyaz bir örtü serilmiş uzun bir masa ve masanın arkasında tek tip siyah elbiseler giymiş dört kadın bulunuyordu. Hepsi de birbirleriyle uyumlu balo maskeleri takmıştı.

Ne düşüneceğimi şaşırarak, kadınlardan birinin elinde liste tuttuğu masaya yaklaştım.

Diğer kadınlardan biri rafları taramaya başlarken, listeyi tutan kadın ciddiyetle, “İsim?” diye sordu.

“Roxanne Vice,” diye yanıtladığımda elindeki listeyi kontrol etti.

Sonunda adımı bulunca, ciddi tavrının yerini samimiyet alıverdi.

“Manfredi Hotel’e ve Manfredi Maskeli Balosu’na hoş geldiniz, Bayan Vince.”

Kırmızı dudakları ve inci gibi beyaz dişleriyle gülümsedi.

Rafları tarayan kadın yanıma gelip masaya bir kutu koyarak kutunun kapağını kaldırdığında, göz bölümlerinin etrafına pul işlenmiş ve tamamen tavus kuşu tüyleriyle süslenmiş güzel maskeyi gördüm.

Maskeyi kutudan özenle çıkarırken mutlulukla, “Vay canına, hem çok güzel hem de kıyafetimle çok uyumlu,” dedim.

Kadınlardan biri masanın etrafından dolaşıp maskeyi takmama yardım etti.

“Oldukça geniş bir seçkiye sahibiz,” diye mırıldanarak maskeyi başıma sabitledi.

Maske yüzüme göre ayarlanırken listeden sorumlu kadın, “Bilmeniz gereken birkaç kural var,” dedi. Yine ciddi bir ifadeyle, “İlk olarak, maskenizi kesinlikle çıkarmamalısınız.”

“İkinci olarak, soyadınızı söylememelisiniz,” diye devam etti. “Yalnızca parti organizatörleri bu bilgiye sahip.”

“Partiye katılan konuklar mümkün mertebe anonim kalmak istemektedir. Hatta bazıları dilerse sahte isimler kullanabilmektedir.”

İyiden iyiye endişelenerek maskenin ardından kaşlarımı çattım. Nasıl bir partide soyadımızı söylememiz yasaklanabilirdi? Soyadımı söyleyip söylememek benim inisiyatifime kalmalıydı.

Endişeyle, “Bu tam olarak ne tür bir parti?” diye sordum.

“Bu bir maskeli balo, her an her şey olabilir.” Daha fazla açıklama yapmadan sırıttı.

İfadesiz bir tonda, “Teşekkürler, çok yardımcı oldu,” desem de onu daha fazla zorlamamaya karar verdim.

O anda arkamdaki kapıdan bir çift giriş yaptı.

Casey’yi beklesem mi diye düşünsem de merakıma yenik düşerek içeri girmeye karar verdim.

Geçiş bölmesinde olduğunu yeni fark ettiğim smokinli iri yarı bir adam, koyu kırmızı kumaşı kenara çektiğinde başka bir kapı ortaya çıktı. Kapıyı açarak beni içeri aldı.

Salona doğru birkaç adım attıktan sonra duraksayıp gözlerimin ışığa alışmasına zaman tanıyarak etrafımı inceledim.

Salonun her noktasında mavi ve mor tonlarda ışıldayarak ortama gece kulübü havası katan renkli ışıklar dışında her yer karanlıktı.

Ortada dev bir dans pisti vardı ve köşedeki DJ kulak zarını zorlayacak şiddetteki baslı bir dans şarkısı çalıyordu. Nasıl yani? Yaylı çalgılar dörtlüsü nerede?

Dans pistini çevreleyen masalar, beyaz saten masa örtüleri ve farklı uzunluklarda büyük beyaz mumlarla süslenmişti.

Salonun duvarları, tavana kadar uzanan ve tavanın ortasına asılı devasa modern avizenin etrafında bir araya toplanmış siyah saten kumaşla kaplanmıştı.

Duvarların önüne, gök mavisi ve patlıcan rengi koltuklar ve sandalyelerden oluşan oturma bölümleri konumlandırılmıştı.

Beni karşılayan kadınlarla hemen hemen aynı giyinmiş başka kadınlar da ellerinde şampanya tepsileriyle dolaşıyordu.

Smokin ve gece elbisesi giymiş, çeşitli maskeler takmış ve mekânı doldurmuş konuklara şampanya servisi yapıyorlardı.

Erkeklerin hepsinde siyah sade maskeler varken, kadınların hepsi tıpkı bana verdikleri gibi, elbiseleriyle uyumlu, güzel ve farklı tasarımlara sahip maskeler takmıştı.

Nereden başlayacağımı bilmesem de smokinli ve maskeli barmenlerin bulunduğu bara yöneldim. Herkes bu kadar benzer giyindiği için burada birini kaybetmenin kolay olacağını düşündüm.

Ben bar tezgâhına yaklaşırken barmenlerden biri usulca, “Size ne ikram edeyim?” diye sordu.

Kibarca, “Bir kadeh beyaz şarap lütfen,” diye cevap verdim.

Barmen başını sallayarak şarap şişesini almak için hızla soğutucuya ilerledi. Dönüp bara yaslanarak etrafı kolaçan etmeye koyuldum.

Maskeler hariç, etkinlik sıradan bir sosyete partisi gibi görünüyordu. Hoş, daha önce böyle bir etkinliğe hiç katılmamıştım ama gördüğüm herkesin çekici olduğu şimdiden dikkatimi cezbetmişti.

Acaba bu yüzden mi öncesinde fotoğraf gönderiliyordu? Sadece yeterince çekici insanların katılmasına mı izin veriliyordu? Ama bu mantıklı değildi. Birinin çekici olup olmadığına kim karar verecekti?

Herkesin çekici olması ya tesadüftü ya da ben kafamda çok fena kuruyordum.

Buradaki kimseyi tanımadığım için Casey’nin bir an önce gelmesini umuyordum.

“Buyurun hanımefendi, şarabınız.” Ben para çıkarmak için çantama uzanırken, barmen kadehi tezgâhın üzerinden bana doğru sürüdü.

“Açık bar, hanımefendi,” diyerek ben yirmilik çıkarırken başını iki yana salladı.

Şaşkınlıkla, “Sahiden mi?” diye sordum.

“Elbette. Bay Manfredi konuklarını böyle ağırlar.”

Mutlulukla, “Bu da cabası,” dediğimde, barmen başını sallayıp başka bir davetliye hizmet etmek üzere uzaklaştı.

Tezgâhtan kadehi alıp bir yudum aldım. Vay be! Şimdiye kadar içtiğim en iyi şarap. Kuvvetle muhtemel benim için pahalı olsa da hangi şarap olduğunu merak ettim.

Henüz çekici yabancıların arasına karışacak kadar cesur hissetmediğim için, kadehimi tezgâha koyarak tekrar etrafı gözlemlemeye koyuldum.

Bara şöyle bir göz attığımda, tezgâhın diğer ucuna yaslanarak beni izleyen bir adam gördüm. Görebildiğim kadarıyla, belirgin bir çene hattı ve kemersiz güzel bir burnu vardı.

Koyu kahverengi saçları ve dolgun dudaklarıyla Marlon Brando’nun gençliğini anımsatıyordu.

Göz göze geldiğimizde gülümseyerek buzlu viskisini ya da içkisi her neyse onu kaldırınca, ben de kadehimi hafifçe kaldırarak karşılık verdim. Maskemin ardında kızararak ona gülümsedim.

Tezgâhtan uzaklaşarak bana yöneldi. Yanıma geldiğinde oldukça yakın bir noktada durdu. İki yabancıya göre fazla yakın duruyor olmamıza rağmen geri çekilmedim.

“Selam.”

Oldukça kibar ve centilmen bir tavırla elimi tutarak başını eğip elimin üstüne bir öpücük kondurdu. Derin ve ipek gibi sesiyle, “Ben John. Senin adın ne?” diye sordu.

Bana takma isimler kullanılabildiğini söyleyen kadını hatırlayınca, “Bu gerçek adın mı?” diye sordum.

Usulca gülümserken omuzlarını silkti. “Cevabın bende ama gerçeği öğrenip öğrenmemek sana kalmış. Henüz karar verebilmiş değilim.”

“Ah, öyle mi? Benim adım Roxanne,” dedim.

Alaycı bir tavırla, “Bu gerçek adın mı?” diyerek işaret parmağıyla alt dudağını okşarken gözlerimi ondan alamadım.

“Cevabın bende ama gerçeği öğrenip öğrenmemek sana kalmış. Ben de henüz karar verebilmiş değilim.” Cesaretimi toplayarak flörtüne karşılık verdim. Maskemden cesaret alıyor olmalıydım.

Takma ad kullanmak istemediğim için ona gerçek adımı vermiştim ama o şimdilik işin aslını bilemeyecekti.

Oldum olası ismimden nefret ederdim. İsmim bana yalnızca The Police grubunun bir fahişeyle ilgili yazdığı şarkıyı hatırlatırdı. Annemin Sting’e karşı hep bir zaafı olsa da bu ilgisini bu kadar abartmasına gerek olmadığını düşünürdüm.

İsmimi yeni yeni sevmeye başlamıştım ama şimdi de en iyi arkadaşım Casey, sanki bir striptizciymişim gibi bana Roxie diye hitap ediyordu.

John, tabii eğer gerçek adı buysa, “Roxanne, birlikte bir içki içmeye ne dersin?” diye sordu.

Kadehimi işaret ederek, “Zaten tam olarak bunu yapmıyor muyuz?” diye sorduğumda güldü.

“Bu faslı daha rahat bir yere taşımak istemez misin?” Sadece masanın üzerindeki mumlarla aydınlatılmış, birkaç boş kanepenin bulunduğu karanlık bir köşeyi gülümseyerek işaret etti.

Yutkunarak başımla onayladım.

“Harika.” Tutmam için kolunu uzattı.

O anda boyunun bir seksenin üzerinde olduğunu fark ettim. Beni daha samimi alana götürerek oturmam için işaret etti.

Elbisemi buruşturmamaya özen göstererek dikkatlice oturup bacak bacak üstüne attığımda, yırtmacımın daha da açılmasıyla üst baldırım ve siyah dizüstü çoraplarım açığa çıktı.

Bunu fark edince baldırımı kapatmak için elbisemi aşağı doğru çekiştirmeye çalıştım. Başımı kaldırınca John’un beni izlediğini gördüm.

“Lütfen, benim yüzümden rahatsız olma. Hem manzara hoşuma gitti sayılır.” Sırıtarak kanepeye yaklaşıp yine dibime oturdu.

Kanepeye yaslandım. Gerçi çok rahat olduğu söylenemezdi.

John yerine yerleşerek kolunu arkamdan kanepenin üzerine attı.

İçkisinden bir yudum alırken, “Ee Roxanne, bana kendinden bahsetsene,” dedi.

Kadehimi dudaklarıma götürürken, “Ne bilmek istersin?” diye sordum. Hem gergin hem de heyecanlıydım.

John’un parfümü duyularıma üşüşmeye başladığı anda, baş döndürücü aromasının etkisiyle tüylerimin ürperdiğini hissettim.

Beni teşvik etmek için, “Her şeyi. Ama kolaydan başlayalım, mesela ne iş yaptığından,” derken bir yandan da bacaklarımı süzmeyi ihmal etmiyordu.

“Aşçıyım.”

Gözlerinin içimi yaktığını hissedebiliyordum. Gözlerini bacaklarımdan çekip yüzüme baktı.

Gülümseyerek, “Gerçekten mi? Yemek yapabilen kadınları severim,” dedi. Gözlerine bakınca koyu kahverengi olduklarını fark etsem de maskesi olduğu için emin olamadım.

“Kendimi bildim bileli yemek yapmayı seviyorum, bu yüzden bu işin benim için iyi olacağını düşündüm,” diye açıkladığımda düşünceli bir ifadeyle başını salladı.

“Sen ne iş yapıyorsun, John?” Karşımdaki gizemli yakışıklı hakkında daha fazlasını öğrenmek için sohbetin odağını kendimden ona çevirdim.

Cevabını bir saniyelik tereddütlü bir esten sonra verdi. Sonunda, “Hotel işindeyim,” diye yanıtladı.

“Hotel işi, ha? Oldukça yuvarlak bir cevap.” Enfes soğuk şaraptan bir yudum daha alırken ona sırıttım.

Küstah bir tavırla, “Şimdilik bu kadarıyla idare edeceksin,” dedi.

“Peki madem, böyle oynamak istiyorsan.”

Başımı iki yana salladım. Arkamdaki eliyle çıplak omzumu okşadığını hissettim.

Dokunuşuyla tüylerim ürperse de onun bu kadar atılgan davranmasına göz yumduğum için şaşırdım.

Normalde böyle bir hareketin üzerine bir erkeği, hele de bir yabancıysa kesinlikle azarlardım. Ama bu gece cüretkâr davranıp gizemli John’la bir tür maceraya atılabilirdim.

“Söyle bakalım, kaç yaşındasın, Roxanne?”

Adımı gerçek olduğuna inanmıyormuş gibi vurguladığını fark edince keyiflenerek kendimi tutamayıp sessizce kıkırdadım.

“Bir kadına yaşını sormak kabalık değil mi?” diye sordum.

“Bilmem ki. Öyle mi?”

“Yirmi altı yaşındayım,” diye cevap verdim. “Peki sen kaç yaşındasın, John?”

“Otuz bir.”

“Bak sen. Bu sefer yuvarlak cevap yok mu?”

“Hayır, yaşımla barışığım. Peki ya sen? Aslında otuz beş yaşındasın ama yirmi altı olduğunu söylüyor olabilir misin?”

“Hayır, gerçekten yirmi altı yaşındayım ve asıl adım Roxanne,” diye açıkladım.

Herhangi bir yorum yapmadan yalnızca gülümsedi.

“Öyleyse, Roxanne…” diye lafa girse de başka bir adam gelip kanepenin diğer tarafında, dibime oturunca cümlesi yarım kaldı.

Yeni adam beni sinsice süzerek, “Hey, John,” dedi. “Kim bu?”

Mükemmel gülümsemesi eşliğinde gamzeleri ortaya çıktı. Bu adamın da saçları koyu renkti ama dağınık bir tarzda şekillendirilmişti.

John, “Roxanne,” diye cevap verdi. “Roxanne, bu benim arkadaşım… Joe,” dedi.

Joe’ya dönerek, “Gerçekten mi? Bu ismimi mi kullanacaksın?” diye sordum.

Joe, “Sanırım öyle,” diyerek güldü.

“Tanıştığımıza memnun oldum, Joe.” Elimi uzattığımda onu tutarak, tıpkı John gibi elimin üzerini nazikçe öptü.

“Roxanne.” Bir kurt edasıyla gülümsedi. “Sevdim.”

Joe yerinden kıpırdamadığı için, John ile Joe sandviçinin içine sıkışmış hâlde giderek bunalıyordum.

John, Joe’ya, “Sen düşüncesizce sohbete dalmadan önce Roxanne’i dansa kaldıracaktım,” dedi.

Joe, “Ah, size mâni olmayayım,” dediğinde John bana baktı.

“Benimle dans eder misin, Roxanne?” diye sordu.

“Şey… Sanırım,” dedim.

John hızla toparlanıp ayağa kalkarak elini bana uzattığında, dar elbisemin içinde zarifçe hareket etmek zor olduğu için centilmenliğine şükrederek elini tuttum.

John beni oturma bölümünden uzaklaştırarak hızlı ritimli bir pop şarkısının çaldığı dans pistine yönlendirdi. Pist, dans eden ve etrafında oynaşan diğer davetlilerle doluydu.

Bu kadar şık kıyafetlerle böyle dans edilmesi tuhaf bir manzaraya yol açıyordu. Her şey eğreti görünüyordu. İlk bakışta, seçkin bir partide klasik müzik çalan bir grubun çalacağı düşünülürdü.

Ama burası seçkin bir partiden çok, iki dirhem bir çekirdek müşterilerden oluşan son derece resmi bir dans kulübüne benziyordu.

Herkes baştan çıkarıcı hareketlerle dans ederken, John ellerini belime dolayarak beni kendine çekince tekrar gerilmeye başladığımı hissettim.

Yine de ritim eşliğinde dans etmeye başladığımızda kendimi kaptırdım. John kalabalığın içinde ne eğreti ne de garip duruyor, şaşırtıcı derecede iyi dans ediyordu. Beni kendine çekerek akıcı hareketlerle dans etmeye devam ediyordu.

Sonra arkamdan iki farklı elin belime dolandığını hissettim. Şaşkınlıkla yüzümü çevirince John’un arkadaşı Joe’yla karşılaştım.

John dudaklarıyla kulak mememi hafifçe sıyırarak, “Kendini bırak,” dedi. “Bu gece tüm çekingenliğini bir kenara bırak ve ne yaşanırsa yaşansın her şeyin tadını çıkarmaya bak.”

Joe diğer kulağıma, “Evet, gevşe,” diye fısıldadı. “Isırmayız… Sen istemediğin müddetçe.”

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok