Mason - Kitap kapağı

Mason

Zainab Sambo

0
Views
2.3k
Chapter
15
Age Rating
18+

Summary

İngiltere'nin en güçlü adamlarından biri olan Mason Campbell soğuk ve sert bir kişiliğe sahipti. Kimseden özür dilemezdi. Rüzgâr adının fısıltılarını taşısa, herkes korkudan titrerdi. Acımasız, merhametsiz ve kimseyiaffetmeyen biri olarak nam salmıştı. Lauren Hart onun asistanı olarak yeni çalışmaya başladığında kendini onun öfke nöbetlerine, nefretine ve kibrine hedef olarak buldu.. Erkekler tarafından kıskanılan ve kadınlar tarafından arzulanan Mason Campbell için çalışmasaydı hayatı daha iyi olurdu. Ama Mason'ın gözü ondan başka kimseyi görmüyordu, özellikle de geri çeviremediği bir anlaşma yaptığında.

Yaş Sınırlaması: 18+

Fazla göster

125 Chapters

Chapter 1

Bölüm 1

Chapter 2

Bölüm 2

Chapter 3

Bölüm 3

Chapter 4

Bölüm 4
Fazla göster

Bölüm 1

Oda arkadaşım Beth oturma odamızda bir ileri bir geri gidişimi izlerken “Sakin ol,” dedi.

Otuz dakikadır gergin ve endişeli bir şekilde volta atıyordum.

“Mülakatta başarılı olacaksın,” diye ekledi cesaret verici bir gülümsemeyle.

Ona şöyle bir baktım. “Bu basit bir mülakat değil!”

Elimi sinirle saçlarıma geçirdim.

“Tanrı ile mi mülakata gireceksin?”

Sorusu ona deliymiş gibi bakmama neden oldu.

Böyle bir şey söylediğine göre delirdiği belliydi.

Bu mülakat hakkında ne hissettiğimi bilemezdi.

Her şey buna bağlıydı.

“Hayır, ama hayattaki en güçlü adamla mülakata gireceğim,” diye hatırlattım.

Mason Campbell dünyanın en güçlü adamlarından biriydi. İngiltere'nin en güçlü adamıydı.

Kimse itiraf etmeyi sevmezdi ama Kraliçe'den bile daha güçlüydü.

Bu kadar genç yaşta herkesten daha fazla paraya sahipti.

Dünyanın dört bir yanında yaklaşık bin işçisi olan birkaç şirket kurmuştu.

Soğukkanlı ve ürkütücü olduğu için ülkenin her yerinde ondan korkulurdu.

Mason Campbell, ölümün yüzüne gülen adamdı.

Kendi kurallarına göre yaşardı.

Erkeklerin onun yoğun görünüşü karşısında korktuklarını duymuştum. Güçlü erkeklerin bile...

Ayrıca herhangi birini bir daha bulunmamak üzere ortadan yok edebileceğini duymuştum.

Bu düşünce beni yeterince korkutuyordu.

“Neden çalışmak için başka bir yer seçmedin?” diye sordu Beth.

“Söylentilere göre kapalı kapılar arkasında olanlar korkunçmuş.”

“Ayrıca buz gibi bakışlarının bir kayayı kırabileceğini, öfkesiyle dünyayı sarsabileceğini duydum.”

“Bunu görmek hiç de fena olmaz,” diye cevapladım, kendimi içine soktuğum durumu hafifletmeye çalışarak.

“Katlanabileceğini sanmıyorum.” Sesi kendinden emin geliyordu.

Gözlerinin içine baktım.

“Yine de ilgi çekici olurdu.”

“Evet tabii,” dedi muzipçe gülümsemeye çalışarak.

“Ama gözleri seni alev alev yakarsa hapı yuttun demektir.”

Buna gülmek istedim ama yarınki mülakat için çok gergindim.

Beth'in bu söylentileri nereden duyduyu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Gözlerinin korkunç olduğu konusunda hemfikir olmama rağmen, onlarla kimseyi yakabileceğini sanmıyordum.

İnsanlar bazen çok dramatik olabiliyorlar.

“Pof, bu olasılığı göz ardı ettim.”

“Bu sadece bir söylenti, Beth.”

Bakışlarımı takip etti. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.”

Onun bakışlarını düşünmemek için mücadele ettim.

“Herkese düşmanıymış gibi davrandığını duydum... Hatta çalışanlarına bile.”

Bu sinirlerimi hoplattı.

Çalışanlarına düşmanı gibi mi davranıyordu? Bu nasıl olurdu?

Doğru söyleyip söylemediğini anlayamadım.

Ona kısık gözlerle bir bakış attım.

“O kadar kötü biri mi?”

“Başka bir yerde çalışmayı düşünmen için bir sebep daha.” Ellerimi ellerinin arasına aldı, sonra kollarını göğsünde çaprazlamak için beni serbest bıraktı.

“İşi alacağımdan emin gibi konuşuyorsun.”

Campbell Endüstri'de çalışmak istedeği için mülakata girecek pek çok insan vardı.

Sadece birimiz bu işi alabilirdik ve o kişinin ben olabileceğimden ciddi anlamda şüpheliyim.

Bazı kızlar sadece onun peşindeydi, işin değil.

“Yüzde 0 eminim,” dedi Beth gülerek.

“Orada çalışmanın iyi bir tarafını göremiyorum. Korkunç bir yer. Karanlık işler ve otorite yuvası.”

“Mason Campbell orayı korkunç bir hale getiriyor.”

Yastığı göğsüme yaklaştırarak, “Korkunç bir yer olduğuna inanmıyorum,” dedim.

“Orada korkunç seslerin yankılandığını söylüyorlar.”

“Emin değilim.” Beth bana baktı, zümrüt bakışları deliciydi.

“Yarın sırf onun huzurunda korkudan bir kedi yavrusu gibi sindiğini görmek için orada olmayı çok isterdim,” diye bir kahkahayla bitirdi.

“Kapa çeneni.” Ona yastığı fırlatarak sırıttım.

"Korkmayacağım. Korkmuyorum."

Meydan okurcasına kaşını kaldırdı. “Gerçekten mi? Daha önce hiç onun huzuruna çıkmadın. Bunun nasıl bir his olduğunu bilemezsin.”

Gergin ve huzursuz edici, diye düşündüm dudağımı ısırarak.

“Eve ağlayarak gelirsem, şaşırma.”

“Peçeteler ellerimde hazır bekleyeceğim.”

“Çok beklersin.” Ona şakacı bir şekilde baktım.

Gülümsemesi söndü ve bana ciddi bir bakış attı.

“Mülakatın harika geçecek, Lauren. Özgeçmişin muhteşem. Yüzlerce insan arasından seçileceğine eminim.”

Hafifçe gülümsedim. “Umarım öyle olur.”

Gerçekten umuyordum. İyi maaşlı tek iş buydu. Babamın tedavi masraflarını ancak bu iş sayesinde karşılayabilirdim.

Parayla çok daha fazlasını yapabilirim.

Ama beni endişelendiren tek şey babamın tedavisiydi.

Dördüncü evre kansere yakalandığını söylemesi darbe gibi gelmişti.

Annem, ben on yaşındayken bizi terk ettikten sonra elimde kalan tek kişi babamdı.

Düşününce hâlâ canım acıyor.

Babam beni büyütmek için çok şey yaşadı. Artık ona bakma sırası bendeydi.

Sabah beklediğimden daha erken geldi. Saat altıdan beri uyanıktım.

Görüşme 7.30’daydı ve yedide orada olmak istiyordum.

Yataktan sürünerek çıkıp banyoya kadar uyuşuk bir şekilde yalpaladım.

Yüzümü yıkamam kendime gelmemde pek işe yaramadı. Duş almadan önce dişlerimi fırçaladım.

Hazırlanmam on dakikamı aldı.

Duruşumu dikleştirip dizlerime kadar gelen yıpranmış gri eteğimi giydim.

Açık mavi bluzumu eteğimin içine soktum. Pembe yanaklarım ela gözlerimin ışıltısını ortaya çıkarıyordu.

İri gözbebeklerim, kirpiklerimle uyum içindeydi.

Kahverengi saçlarımı tek bir tel bile gevşek kalmayacak şekilde atkuyruğu yaptım.

Mülakat için yeterince sofistike göründüğümü umuyordum.

Makyaj yapmayı sevmediğim için doğal görünümeye karar verdim.

Sadece ten rengi ruj sürdüm. İki yıl önce aldığım siyah topuklu ayakkabıları giydim.

Beth'in hâlâ uyuduğunu bildiğimden, evden çıkmadan önce ona bir not bıraktım.

Londra çok soğuktu. Tüm paltolarım yıpranmış olduğu için hiçbirini giymemiştim.

Şık görünmek istiyordum; hor görülmek değil.

Bir taksiye binip gideceğim yeri söylediğimde taksici şok olmuş gibiydi.

Kulaklarına inanamamış gibi götüreceği yeri tekrar sordu. Tekrar adresi söyledim.

“Gitmek istediğiniz yerin orası olduğuna emin misiniz, hanımefendi?” diye sordu kuşkuyla.

“Evet!” dedim sinirlenerek.

Yol boyunca başka bir şey söylemedi ama zaman zaman dikiz aynasından bana bakarken yakalıyordum.

Campbell Endüstri'nin karşısında arabayı durdurdu. Tam beni neden binanın yakınına bırakmadığını sormak üzereyken,

“Üzgünüm hanımefendi, ama binanın yakınına taksi girmesine izin verilmiyor. Sizi burada bırakmak zorundayım,” dedi.

Ağzım şaşkınlıkla açık kalmışken, başımı şaşkınlıkla salladım.

Dışarı çıkıp bluzumu yeniden düzelttim.

Eğer biri beni gözlemleseydi, ne kadar gegin olduğumu kolayca görebilirdi.

Campbell Endüstri tam karşımdaydı. Yaklaşık altmış katlı büyük bir binaydı.

Büyük, geniş ve korkutucuydu.

Girişteki bir güvenlik görevlisinin yanından dikkatlice geçip binaya girdim.

Pahalı, temiz kıyafetleriyle etrafta dolaşan birçok insanla karşılaştım. Kendi kıyafetlerimden utandım.

Etrafta dolanan insanlar sanki tüm dünyayı omuzlarında tutuyor gibi gergin görünüyordular.

Kaygıyla resepsiyon görevlisine yürüdüm. Mavi elbiseli, zarif, kızıl saçlı bir kadındı.

Saçları bile mükemmeldi.

Yüzünde çok az makyaj vardı.

Ela gözleri beni süzdü. İfadesinde saf bir hoşnutsuzluk vardı.

“Kahve dükkânı sokağın aşağısında, hanımefendi,” dedi hafif bir İtalyan aksanıyla.

“Nasıl yani?” diye sordum. Kafam iyice karışmıştı.

Bana aptalmışım gibi baktı.

“Gitmek istediğiniz yer orası değil mi?”

“Hayır. Mülakat için geldim.”

Kusursuz kaşını kaldırdı, ağzını kıvırdı. ”Öyle mi?”

Beni tekrar baştan ayağı süzdü. Bakışlarımla karşılaşmadan önce diliyle "cık" diye bir ses çıkardı.

Suratına yumruk atmak istedim. Buraya ait olmadığımı düşünüyordu.

Bu ne cüret!

Resepsiyonist sahte bir gülümseme takınmadan önce dramatik bir şekilde nefes aldı.

“Yirminci kat. Sola döndüğünüzde mülakate gelen diğer adayları göreceksiniz.”

Dudaklarım seğirdi.

Mülakata gelen pek çok iyi aday olduğunu ve benim işi alma şansımın sıfır olduğunu mu ima ediyordu?

Mankafa.

“Teşekkürler,” diye mırıldandım.

“İyi...” Beni tekrar baştan ağaı süzdü ve “... şanslar,” dedi.

Biraz kırılmıştım. Kendimi sakinleştirmeye çalışıp asansöre ilerledim.

Kapı açılmadan önce birkaç saniye bekledim ve hızla içeri girdim.

Kapı kanmadan önce bir kargaşa duydum.

Bir kadın hüngür hüngür ağlarken güvenlik görevlisi tarafından dışarı sürükleniyordu.

Belli ki sinir krizi geçiriyordu.

“Hayır!” diye bağırdı. “Bunu bana yapamazsınız! Üç yıldır burada çalışıyorum!”

Güvenlik görevlisine karşı mücadele etmeye çalışırken onu izledim.

“Ben hep sadıktım! Bunu bana yapamazsınız!”

Asansörün kapısı kapandığında kadının ağlayışlarını ve çığlıklarını duyamadım.

Kalp atışlarım hızlandı.

Kadın için üzüldüm.

Her ne yaptıysa, böyle bir muameleyi hak etmiyordu.

Dediğine göre üç yıldır burada çalışıyordu!

En azından biraz saygıyı hak ediyordu.

Sırtım duvara çarptı ve gözlerimi kapattım. Nihayetinde bu iyi bir fikir miydi? Ama iyi maaşlı tek yer burasıydı.

Bunu babam için yapıyordum, burada çalışmak konusunda endişe etmemeliydim.

Burada çalışmak mı? Daha işi bile almadım.

Gözlerimi kısarak mülakatın başarılı olmasını umdum.

Bunu mahvetmeyi göze alamazdım.

Babamın hayatı söz konusuydu.

Bunu yapamazsın, Lauren.

Sadece sakin olup kendine inanırsan çok iyi iş çıkaracaksın.

Evet, o mülakatta başarılı olacağımı biliyorum.

“Çıkmayacak mısın?” Yanımdaki bir adamın sesi beni ürküttü.

Yirminci kata ulaştığımı fark ettiğimde, gri takım elbiseli yaşlı adama hızlıca bir özür mırıldanıp dışarı çıktım.

Sol tarafım tamamen pencereyle kaplıydı. Londra'nın muhteşem manzarasına baktım.

Çantamdaki telefonum dışarı çıkıp fotoğraf çekmek için can atıyordum.

Öncesinde kendime neden burada olduğumu hatırlattım.

Resepsiyonistin bana söylediği talimatları takip ettim. Sözünün eriymiş, gerçekten çok fazla insan vardı.

O kadar çoklardı ki adayların nerede başlayıp nerede bittiğini göremiyordum.

Üstelik hepsi güzel kıyafetler giyiyordu.

Bir grup kız bana bir bakış atıp kıkırdadı.

Yüzümde ne vardı? Sormak istedim.

Tekrar baktığımda hâlâ beni acımasızca süzdüklerini fark ettim.

Kızgınca başka yöne baktım.

Sırf benden daha seksi görünmeleri ve daha şık kıyafetler giymeleri bana böyle davranmaları gerektiği anlamına gelmiyordu.

Oturacak bir yer bulmak için tonlarca bedenin arasından geçtim.

Odanın sonunda boş bir yer görüp hızla oraya ilerledim. Ama bir adam benden hızlı davranıp koltuğu kaptı.

Bana omuz silkti, ben de ona dik dik baktım.

Önceden olduğum yere geri dönmeye çalışırken farkına bile varmadan onlarca bedenin arasında oradan buraya savruldum.

Sonunda kendimi gümüş bir kapıdan içeri doğru itilirken buldum.

Kapı otomatik olarak kapandı.

Hiç kımıldamayınca panikledim.

Tekrar denedim ama tık yok.

Bir türlü kımıldamıyordu.

Lanet olsun!

Nerede olduğumu görmek için arkamı döndüğümde kendimi uzun ve karanlık bir koridorda buldum. Koridorun sonunda bir asansör vardı.

Rahat bir nefes aldım.

Bir çıkış yolu.

Düğmeye bastığımda kayarak açılan kapıdan çabucak içeri girdim.

Yirmi birinci katın düğmesine basmak için uzandım, ama üzerinde Campbell logosu olan yalnızca bir düğme buldum.

Yüzüm asıldı.

Burada hiçbir çıkış yolu olmadan kalmaktansa oraya gitmenin en iyisi olacağına karar vererek logolu düğmeye bastım.

Kalbim küt küt atarken ellerimin hafifçe titrediğini fark ettim.

Asansör havasızdı. Güçlü ve ürkütücü bir şeyin varlığını hissettim.

Ne oluyordu?

Neden bu kadar korkmuş hissediyorum?

Ne oluyor dedim!

Asansörün kapısı açıldığında hızlıca çıktım.

Belki burada nefes alabilirdim. Burası neresiydi?

Çevremi taradığımda ağzım şaşkınlıkla açıldı.

Kelimenin tam anlamıyla.

Ofis devasa ve nefes kesiciydi.

Tertemiz ve ihtişamlıydı.

Buradaki her şey ne kadar pahalı olduğunu haykırıyordu.

Beyaz deri koltuklar parlıyordu. Onları mahvetme ihtimalime karşı dokunmamaya karar verdim.

Buradaki manzara çok daha şaşırtıcıydı.

Gözlerim duvardaki birkaç tabloyu yakaladığında nefesim kesildi. Herkesin konuştuğu şeyin bu tablolar olduğunu anladım.

En az bir milyar pounda mal olmuştur.

Lanet olsun.

Duvarda şömine ve büyük bir düz ekran TV vardı.

Ofisteki her şey beyazdı, kalemler bile!

Gözlerimi kamaştıran bu ofisteki her şeyi tarif etmem mümkün değil.

Kapının açıldığını ve ardından gelen birkaç adım sesini duydum.

Daha ne olduğunu anlayamadan, sert bir şekilde yere itilmiştim. Kafamda dayanmış silahı hissettim.

Lanet olsun.

Bu ancak filmlerde olur.

Gerçek olmasına imkân yoktu.

Lanet bir suçlu gibi kafamda bir silahla yerde yatıyor olmamın imkânı yoktu.

Kafamı kaldırmaya çalıştım ama iyice bastırıldım.

Korkudan dişlerimi sıktım.

“Beynini patlatmadan önce özel ofiste olma nedenini söyle,” diye bağırdı, silahı kafama bastırarak.

Özel ofis mi?

Özel bölge olduğunu nereden bilebilirdim ki?

“Konuş hadi! Hemen!”

Korkudan titredim.

“Ben.. Ben kayboldum. Burada olmamam gerektiğini bilmiyordum.”

“Üzgünüm, lütfen beni vurmayın,” diye yalvardım. Gözlerimi kapatıp Tanrı'ya, yakınımda sevdiklerim olmadan ve kesinlikle burada ölmemek için dua ettim.

“Geri çekil Gideon,” dedi biri. Bu ses rahatça nefes almamı sağladı.

Kafamın arkasındaki silahın geri çekildiğini hissettim.

Yerde yatmaya devam ettim, kalkmak için iznimin olduğundan emin değildim.

Yoktan yere ölmeye niyetim yoktu.

“Ayağa kalk.”

Tekrarlamasına gerek kalmadan kalktım.

Kalkınca karşımda duran siyah takım elbiseli, elinde silah olan adamlara yavaşça baktım.

Gözlerim silahı bana doğrultmuş olanı bulunca titredim.

“Adın ne?”

“Lauren Hart.” Sesimin bana geldiğinden daha yüksek çıktığını umarak başımı kaldırdım.

“Buraya gelmek istememiştim. Mülakat için buradayım ki bir kapıdan içeri itildim.”

“Geri dönemedim. Tek çıkış yolu asansöre binmekti. Beni buraya getirdi.”

“Buraya hırsızlık için geldiğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.”

Kendimi cesur olmaya zorlayarak devam ettim, “Lütfen, bırakın gideyim.”

Birbirlerine bakıp gözleriyle iletişim kurduklarını anlamam bir dakikamı bile almadı.

İçlerinden biri ofisten çıkmadan önce lider olduğunu düşündüğüm kişi bir işaret yaptı.

“Öyleyse... Ben gitsem nasıl olur?” deyip gülümsedim ve görüş alanım kapanmadan önce ileriye doğru bir adım attım.

“Ya da... Olmaz,” deyip bir iki adım geri gittim.

“Bakın, artık burada olmam için hiçbir neden yok.”

“Size hiçbir şey çalmadığımı söyledim. Bırakın da yoluma devam edeyim. Gitmem gereken bir mülakat var."

Beni görmezden geldiler.

Sonra...

Titriyordum.

Bir anda hava değişti.

Ofisin soğukluğu tüylerimi diken diken ediyor, kalbimin göğsümde hızlı atmasına sebep oluyordu.

Neredeyse bir duygu patlaması hissedebiliyordum, öfkesini kanıtlamak isteyen güçlü bir kuvvet.

Çantamı sıkıca kavradım. Bu his neredeyse ayaklarımı yerden kesecekti.

Onu fark etmeden önce kızgın ayak seslerini duydum.

Yemin ederim

Ben

Nefes almayı

Bıraktım

Güçlü duruşu nefesimin boğazımda sıkışmasına neden oldu.

Zor nefes alıyordu, geniş, kaslı göğsü sanki az önce bir maraton koşmuş gibi inip kalkıyordu.

Tepeden tırnağa siyah giyinmişti; güçlü kollarını ve göğsünü saran siyah Armani takım elbise, gömlek ve kravat neredeyse canlıymış gibi görünüyordu. Herkese onun vahşiliğinden ve ateşliliğinden şüphe etmek için meydan okuyordu.

Çok güzeldi, sanki tanrı eliyle çizilmiş gibiydi. Her insanı kıskandıracak elmacık kemikleri, düz burnu ve kırmızı dudakları vardı.

Ve gözleri, o güzelim gözleri saf gümüş gibiydi.

Hayatımda gördüğüm en yoğun ama soğuk gözlerdi.

Parmaklarını koyu renk saçlarının arasından geçirdi. Gümüş gözleri yoluna bakabilecek kadar aptal herhangi bir zavallı ruha parlamaya hazırdı.

Göz kamaştırıcı ışığı insanlığın varlığını silecek kadar sıcaktı.

Bu Mason Campbell'dı.

Ülkenin en gaddar adamı.

Yutkundum.

O içeri girerken, adam yolundan çekildi. Hareketleri güçlü ve kendinden emindi.

Masasının arkasında oturup bazı dosyaları gözden geçirirken bana bakmadı.

Beş dakika boyunca kimse bir şey söylemedi. Yorulmuştum. Bacaklarım uyuşmaya başlamıştı.

Kimse beni tanımıyordu ve henüz kimse gitmeme izin vermeye hazır değildi.

Büyük, güçlü elini kaldırıp beni eliyle işaret etmeden önce beş dakika daha geçti.

Tuttuğum nefesimi bıraktım. Dışarı çıkmak için döndüğümde Gideon’un adamları ofisten çıkmaya başladığını gördüm. Mideme kramp girdi.

El işaretiyle gitmesini gösterdiği ben değildim.

Adamlar gittiğinde onun kuvvetli huzurunda yalnız kaldım.

Doğal davranmaya çalışsam da başarısız oldum.

Yerimde donmuş halde kalsam da kollarımı ve bacaklarımı sırf bu kadar gergin olmayı bırakabilmek için hareket ettirmeye devam ettim,

Mason Campbell'a bakmak istedim ama eğer bunu yaparsam küle veya taşa dönüşeceğimden korktum.

İkisi de kulağa hiç de iyi gelmiyordu.

“Huzurumu bozmayı bırakın,” Sesi yumuşak, ama soğuk ve ölümcüldü.

Burada olduğumu bildiğinin farkında bile değildim.

Huzursuzluğunu gizlemek için hiçbir girişimde bulunmayan Mason Campbell, en karanlık bakışını bana, huzurunu bozmaya cesaret eden kıza sabitledi.

“Yoksa bu konuda bir şeyler yapmalıyım.”

Göğsüm o kadar daralmıştı ki zar zor nefes alıyordum.

Korku bedenimi sardı. Zihnimde terk edilmiş cansız bedenimin görüntüsü canlandı.

Neredeyse altıma işeyecektim.

“Oturun.”

Bacaklarım titrerken, önündeki sandalyelerden birine oturdum. Görüş alanından çıkabilirsem daha güvende olacağımı düşünüyordum ama başka seçeneğim yoktu.

“Neden buradasınız?” diye sordu, üzerine yazdığı kâğıtlardan gözlerini ayırmadan.

El yazısının neye benzediğini görmek istedim.

Çirkin miydi? Güzel miydi?

Ama ikincisi olduğunu biliyordum.

Onu sinirlendirmeden önce cevap vermek için yerimde kıpırdandım.

Mason Campbell hakkında söylenenler zihnimde yankılanıyordu.

Hayatındaki en yoğun duygu öfke ve soğuk kanlılıktı.

Öfkesinin insanların kemiklerini titrettiği söylenirdi.

Bunların deli saçması olduğunu düşünüyordum. Dedikleri kadar korkunç biri olamaz sanıyordum ama şimdi aksini düşünmeye başlamıştım.

“Ben... Ben... Ben...” Korkudan kekeledim, söylemek istediğim cümle kalbimin arkasına saklanmıştı.

Mason yazmayı bırakıp aniden bana baktı.

Benimkiyle çarpışan keskin gümüş gözleri yutkunmama neden oldu.

Kararlı sivri bir bakışla içimde delikler açmaya devam etti.

Başını eğmeden önce “Söylediklerine dikkat et,” dedi.

“Ben... Sizi korkutuyor muyum?”

Konuşmadan önce dudaklarımı yaladım, “Bu hileli bir soru mu?” diye sordum sessizce.

Karşılığında herhangi bir cevap alamadım, ”E...evet,” diye ekledim

Mükemmel kaşını kaldırdı.

“Öyle mi?”

Soğuk bir gecede cesedimin ormana atılmasına sebep olacak bir şey söylemek istemiyorum.

“İnsanlar sizin soğuk sert bir katil olduğunuzu ve kurbanlarınızı öldürmekten zevk aldığınızı söylüyor.”

Kafama dank edene kadar ne söylediğimin farkında bile değildim.

Gözlerim büyüdü ve bir elimle ağzımı kapattım.

Çenesi kasılırken bir elini yüzüne götürdü.

“Kiminle konuştuğunuzu hatırlasanız iyi olur, hanımefendi!” diye uyardı. Gümüş gözlü bakışları buz gibi sert derin sesi çok soğuktu.

“Hart,” diye cevap verdim, sesim titriyordu.

“Lauren Hart. Ve tabii ki, Bay Campbell.”

“Bayan Hart, dediklerimi tekrarlamaktan pek hoşlanmam. Neden buradasınız?” diye ısrarla sordu, sesi bu sefer daha yüksekti.

Daha yüksek, çatırdayan, öfke ve sabırsızlıkla dolu bir sesti bu.

“Bir mülakat için buradayım. Ofisinize gelmek istememiştim. Hengamede bir kapıya itildim ve tek çıkış yolum beni buraya getiren asansörden geçmekti. Çok üzgünüm.”

“Gitmeme izin verme nezaketini gösterir misiniz?”

“Nazik değilim,” dedi sanki aşina olmadığı bir kelimeden iğrenmiş gibi.

“Tabii ki. Yeterince kibar olursanız?”

Karşımda dimdik duran Bay Campbell kaşlarını çattı.

Zor biri.

“Fark etmez.”

Sinir damarlarımda pompalanırken, onun sıcak bakışlarını soğuk bakışlarımla karşıladım.

“Gitmeme izin verecek kadar cömert olursanız? Sizi daha fazla rahatsız etmek istemiyorum.”

“Sözlüğünüz var mı Bayan Hart?” diye sordu gözlerini kırpmadan.

“Bildiğiniz kelimeler yalnızca bunlar mı?” Ona cevap vermeye kalkıştığımda, sözümü kesti.

“Cevap beklemeyen bir soruydu.”

“Pardon.”

“Ciddiyim,” diye öyle bir tonda cevap verdi ki, benim aptal olduğumu düşünüp düşünmediğini merak ettim.

“Özgeçmişinizi verin bana.”

Uzun ve rahatsız edici bir an için onu inceledim.

“Özgeçmişimi mi görmek istiyorsunuz?”

“İngilizce konuşuyorum, değil mi? Özgeçmişinizi verin.”

Özgeçmişimi çabucak verdim.

“Hmm. Knight'a gitmişsiniz. Açıkçası, parlak bir öğrenci olduğunuzu beklemiyordum.”

“Sadece iki işiniz olmuş. Burada sıfır deneyim,” diyerek kendi kendine konuştu ve her kelimeyi dikkatlice telaffuz etti.

Yüzü tuhaf bir acıma ve sitem karışımıyla buruştu.

“Buraya işi almayı umut ederek gelmemişsinizdir umarım.”

“Gördüğüm kadarıyla, Campbell Endüstri'de çalışacak kadar deneyimli değilsiniz, Bayan Hart,” dedi, varlığının her zerresi bana aksini söylemem için meydan okurcasına.

Çelik gibi bir bakışla karşılaştım. Öfkem içimde patlamaya hazırdı.

Dudaklarımı birbirine bastırıp yüzümdeki kasların gerildiğini fark etmemesini umdum.

“Ne yani? İşi alamıyor muyum?” diye sordum. Az önceki sözleri ustalıkla kullanılan bir bıçak gibi doğrudan kalbime saplanmıştı.

Buraya geldiğimde hiç şansım olmadığını biliyordum ama bu incinmediğim anlamına gelmiyordu.

İyi bir maaşla mükemmel bir iş almak için tek şansım buydu.

Onunla mülakat yapmamam gerektiğini, beni mülakat için arayanın Mary Warner olduğunu söylemek istedim.

Ama ben bir korkaktım.

“Ağlayacak mısınız?” diye sordu, başını yana doğru eğerek.

“Hayır…. Ben sadece...”

“Güzel, çok güzel. Çünkü gerçeğin üstesinden gelebilecek kadar güçlü olmayan zayıf kadınlardan nefret ederim. DNA'nızı burada bırakmadan önce gözyaşlarınızı silin.”

Kasıldım, alnımdaki bir damar zonklamaya başladı.

“Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim, Bay Campbell.”

Ayağa kalkıp onun lanet ofisinden ve çirkin kişiliğinden ayrılmaya çalışırken kalbim sıcak bir öfkeyle çarpıyordu.

“Ama...bir şey için yeteneklisiniz. Tam da size uygun bir iş fırsatı var. Asistanım olmak ister misiniz? Yine de bu kelimenin aklınıza girmesine izin vermeyin.”

“Sadece ayak işlerimi yapacaksınız, telefonlarıma cevap verip bana çay getireceksiniz. Maaşınız, elbette, fazla olmayacak.”

İçimdeki gerginlik azalıncaya kadar bir dizi uzun ve derin nefes aldım.

“Bay Campbell, eğer...”

“İşinize gelirse... Kendini bu işe atacak bir sürü insan var.”

Gözlerimi kapatarak, burnumu okşadım ve kafamı geri atıp çığlık atma dürtümü bastırdım. “Evet, ama...”

Benden yüzünü çevirip önündeki kâğıtlara baktı.

“İyi günler Bayan Hart.”

Bir yanım bunun iyi bir iş olduğunu haykırıyordu, bir yanım da üstüne basılmayı hak etmediğimi haykırıyordu. Daha yüksek sesle haykıran yanım kazandı.

“Evet! İşi kabul ediyorum.” Dudaklarımı birbirine kenetledim, boğazımda yükselen acıyı yuttum ve onu küçümseyen gözlerimle baktım.

“Bay Campbell, dinliyor musunuz?”

“İşi kabul edeceğimi söyledim.” Tüm vücudum heyecanla çalkalanırken ve o beni görmezden gelirken ellerimi masanın altındaki beyaz boğumlu yumruklara kenetledim.

“Pazartesi saat 8'de görüşürüz,” dedi bana bakma zahmetine bile girmeden.

“Çok teşekkür ederim! İzin vermem...”

“Çıkabilirsiniz,” diyerek sözümü kesti.

Ne pislik adam. Sessizce ofisten çıktım, zihnim onunla yaptığım yirmi dakikalık konuşmayı tekrar ediyordu. Dakikalarca ağzından tek bir hoş kelime çıkmamıştı.

Bir insan nasıl böyle biri için çalışabilir?

Unutma, Lauren. Artık onun için çalışıyorsun. Ne de büyük talihsizlik!

İş bulmak için bu kadar umutsuz olmasaydım, onun için çalışmayı kabul etmezdim.

Maaş istediğim düzeyde olmasa bile teklifini kabul edecektim.

İnkâr etmeyecektim, kabul etmemeyi düşünüyordum ama babamı ve tüm bunlara onun için katlanmam gerektiğini hatırladım.

Umarım Mason Campbell için çalışırken hayatta kalırım...

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok