Başıboş - Kitap kapağı

Başıboş

Anxious Coffee Boy

0
Views
2.3k
Chapter
15
Age Rating
18+

Summary

Zyon, ailesi onu beş yaşındayken terk ettiğinden beri sokaklarda yaşamaktadır. Artık yirmi yaşındadır ve kendini yalnızlığa teslim etmiştir. Ancak en yakın arkadaşı Seàn'ın ikisinin de geçimini sağlayacak kadar para biriktirmeye çalıştığını bilmemektedir. Bu da yetmezmiş gibi, her ikisini de yakından takip eden gizemli Axel'den de haberleri yoktur.

Yaş Sınırı: 18+

Fazla göster

41 Chapters

Epilog

Zyon

Kendimi bildim bileli sokaklardaydım.

Sokaklara düşmeden önceki hayatıma dair en eski anılarım, birbirine bağıran ve vuran belirsiz yüzlerden ibaretti.

Kendimi bir yolun ortasında, yalnız ve biçare hâlde buluvermiştim.

Böylelikle kimseye güvenemeyeceğimi çok küçük yaşta öğrenmiştim.

Beş yaşında, sokaklara terk edildikten birkaç ay sonra, karnımı doyurma vaadiyle evine götüren bir kadın beni stresini atmak için kum torbası olarak kullanmaya karar vermişti.

Evinden bir hafta sonra aç karnımla ayrılmıştım.

İçgüdülerimle yaşamayı da bu yolla öğrenmiştim.

Hırsızlık mevzusu benim yaşamım için gerçekti, bu yüzden başında herhangi bir elemanın olmadığı ya da dikkatini vermediği bir yemek standı ve yeterince küçük bir dükkân her zaman kolay lokmalardı.

Yakalanırsam da dikkat dağıtmak için etrafı birbirine katıp tabanları yağlıyordum.

Şimdilerde iki terk edilmiş bina arasındaki bir ara sokakta yaşıyordum. Yıllar içinde kendime küçük bir sığınak oluşturmak için bir şeyler toplamıştım.

Araları gevşemiş dört tuğlanın arasına astığım büyük mavi muşamba, başımı ve eski püskü battaniyemi koyduğum zeminin üzerini örtüyordu.

Hatta yol kenarında, apartmanların önünde bir yastık bile bulmuştum.

Ara sokağımın sessizliğini seviyordum.

Şehir merkezinden bu tarafa kimsecikler gelmiyordu. Arabalar gelip geçse de çevrede çok insan yoktu.

Elim yüzüm kirli olduğu ve yırtık pırtık bol kıyafetler giydiğim için, yabancılar buradan geçse de benimle konuşmuyordu.

Kimsenin yemediği yemeklerden arta kalanları bana veren ve sokağın aşağısındaki yerde çalışan adam, konuştuğum tek kişiydi.

Bana çoğunlukla yeşillikler ve canlı renklere sahip yiyecekler veriyor, onların meyve ve sebze olduğunu söylüyordu.

(Onlara gerçekte ne dendiğini bilmiyor, sadece yemek diyordum.)

Ara sıra bana tam öğün yemek verse de patronu beni dışarıdan yemek alırken görürse kovulacağından dert yanıyordu.

On yedi yaşlarında onunla ilk tanıştığımda, onunla ilgili ilk aklıma gelen şeylerden biri bana aptal demesiydi.

Bu kelimeyi bilmediğim için bana anlamını açıklamıştı, ben de ona hak vermiştim.

Bazen insanların çocuklara, “Okul nasıl geçti?” diye sorduğunu duyuyordum.

Okul denen yere hiç gitmediğim için eskiden bu soru da kafamı karıştırıyordu.

Okul mantığını yalnızca hayatta kalmak için bir şeyler öğrenmek zorunda kaldığımdan anlasam da hâlâ bazı kelimelere şaşırıyor ve bazı şeyleri anlamıyor, yine de kalan bilgilere gerçekten ihtiyacım olduğunu düşünmüyordum.

Benim için yalnızca uyumak, beslenmek ve kaçmak vardı.

Galiba aptalın tekiydim.

Ama hiç yoktan nasıl hayatta kalacağımı biliyordum. Hayatta kaldığım sürece, ne yediğimin hiçbir önemi yoktu.

Günlerimin yoğun geçtiği söylenemezdi.

Uyanıp kahvaltı arayışına giriyor, bir blok ötede lezzetli sosisli sandviçler satan yiyecek standına gidiyordum.

Sonra boş boş etrafta dolanıyordum. Akşam olunca da nazik adamın çalıştığı yere gidip artıkları alıyor, sonra da sığınağımın olduğu ara sokağa dönüyordum.

Bugün dışarısı hiç olmadığı kadar soğuktu. Bulduğum ince tişört ve şort pek sıcak tutmasa da en azından üzerime giyecek bir şeylerim vardı.

Ara sokağıma geri dönüyordum.

İnsanlar her nedense binalardan birinin içinde gürültü yaptığı ve etrafta farklı şeyler taşıyan büyük araçlar olduğu için gündüzleri zamanımı ara sokağımda geçiremiyordum.

Uzun süredir bu döngünün devam etmesi sebebiyle gürültü beni rahatsız ediyordu.

Ama bugün ne yemek dükkânındaki adam arka kapıdaydı ne de herhangi bir yemek standı açıktı, bu yüzden sığınağıma dönmekten ve yarın yemek yemeyi beklemekten başka seçeneğim yoktu.

Ara sokağıma vardığımda, terk edilmiş binanın önünde tuhaf kıyafetler giymiş uzun bir insan kuyruğu gördüm.

Binanın kapısının üstünde göz yakacak derecede parlaklıkta bir mor tonuyla OYUN EVİ yazıyordu.

Koyu renk çift taraflı kapılar her açıldığında ve içeri başka bir grup girdiğinde yüksek sesli müzik sokakta yankılanıyordu.

Kapıdaki bir adam garip insanların ona verdiği bir şeyi okuduktan sonra ya onları itiyor ya da onlara kapıyı açıyordu.

Hem fazlasıyla gürültü hem de fazlasıyla kalabalık olduğu için durumdan hiç hoşlanmamıştım.

Parlak ışıklarla tabelalar karanlığı aydınlatırken bazıları bana kötü kötü bakıyordu.

Onlardan uzaklaşmak için dönüp kendi sokağıma doğru koşmaya başladım.

Sığınağımda, muşambamın altında ve battaniyemle güvende hissediyordum.

Binadan yükselen gürültünün kesilmesini umarak uzanıp gözlerimi kapatsam da resmen yeri sallayan müzik sesi kesilecek gibi durmuyordu.

Bağırışlar ve sesler köşeden yankılanıyordu.

Göğsüm sıkışarak batarken nefes alışım ağırlaşıyor, aynı anda gözlerim yanaklarımı ıslatıyordu ama ne zaman ağlamaya başladığımı bilmiyordum.

Bana neler olduğunu bilmiyordum.

Küçükken ve sokaklarda yeniyken bile bu kadar korktuğumu hatırlamıyordum. Ara sıra korkuya kapılsam da çabucak üstesinden geliyordum.

Bu seferki hislerim yeni olduğu için ne yapacağımı bilemiyordum.

Neden korkuyordum? Neden titreyerek ağlıyordum?

Birden daha çok üşüdüğümü hissederek dizlerimi yüzüme doğru iyice çektim.

Gürültüden, insanlardan ya da yeni yapılmış bu yerden hiç hoşlanmamıştım.

Yalnızca eski sessizliğimi geri istiyordum.

***

Lokantadaki adamın bana verdiği parlak kırmızı elmayla yavaşça sokağıma geri dönüyordum.

Gürültü hâlâ kesilmediği için yeni binadaki yabancı adamların bana bakmasını istemediğimden, eve mümkün olduğunca uzun sürede gidiyordum.

Artık sokağımda huzurlu değildim. Ama bunun sebebi utanç değil, sığınağımın önünden geçen ve uzun kuyruktan beni izleyen erkeklerdi.

Biri ne zaman beni görse beni parmakla gösteriyor, sonra da bir grup bana burada olmaması gereken bir şeymişim gibi bakıyordu.

Hâlbuki burada olmaması gereken onlardı.

Buraya ilk ben gelmiştim. Burası benim sokağımdı.

Mesafe ne yazık ki çok uzun olmadığından, sokağımın köşesinden döner dönmez tekrar müziği duydum.

Sıradakilerin bu sefer bana dikkat etmeyeceğini umarak duvara âdeta yapıştım.

Ama sokağımın girişine varır varmaz, siyah pantolonlu ve boynuna zincir takmış bir adamın yanındaki iri yarı adama beni işaret etmesiyle bu umudum uçup gitmişti.

Başımı öne eğerek ara sokağa, battaniyemin yanına koşup dizlerimi göğsüme çekerek oturdum.

Son iki haftadır her gün sesini köklememişler gibi, müziğin sesi her ne hikmetse daha gürültülü geliyordu.

Odağımı elmama vermeye çalışıp karnımı biraz tok tutacak kadar uzun süre dayanması için küçük ısırıklar aldıktan sonra, dikkatimi gürültüden uzaklaştırmak adına çiğneyişimi dinlemeye başladım.

Başta işe yarıyor gibi gelse de elmam kısa süre içinde bitiverdi.

Bu yüzden battaniyemin üzerine kıvrılarak kulaklarımı ellerim ve yastığımla kapattım. Her ne kadar nafile bir çaba olsa da en azından düşündüklerimi duyabiliyordum.

Tuğlaları saymaya başlarken yirmiye ulaştığımda gözlerimin kapandığını hissettim.

Esnerken uykuya teslim olmak üzere olduğumu anladım.

Ta ki ara sokakta bir ayak sesi duyana kadar.

Sıçrayarak doğrulduğum anda sokakta parlak bir ışık olduğunu gördüm. Gözlerimi nefes nefese birkaç kez kırpıştırdıktan sonra kapattım.

Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyordu.

Alanımı koruyabilmek ve saldırmaya hazır olmak için köşeme çekildim.

“Burada ne işin var? Mülkümde dilenci istemiyorum.”

Derin, boğuk ve sert erkek sesi ara sokakta yankılandı.

Onu korkutup kaçırabilecekmişim gibi hırladım. Elbette işe yaramadı.

“Çapulcu görüntünle müşterileri rahatsız ediyorsun. Defol buradan.”

Adımlar tam önümde dururken ışık battaniyemle muşambama doğrultulduğu anda mavi muşambam yere indi.

Yabancı adam, bulmak ve yapmak için onca emek verdiğim yuvamı mahvederken, gözlerimin dolduğunu hissedip homurdanarak köşeye kıvrıldım.

Işığı muşambadan yüzüme çevirince, gözlerimin dolmasına ve homurdanmama alay edercesine güldü.

Işık yüzünü göremeyeceğim kadar parlak olsa da nefesinin altından, “Siktir,” diye mırıldandığını duydum.

Bunun kötü bir kelime olduğunu bildiğimden, bana kötü göründüğüm için söylediğini tahmin ediyordum. Kötü göründüğümü bilsem de bu canımı yakıyordu.

Işığın yere doğru eğilirken bakışlarımla onu takip ediyordum.

Adamın kıpırdanarak bana daha da yaklaştığını duyunca köşeme iyice sinerek ona tekrar hırladım.

Hareketime sessizce kıkırdayarak, “Demek ağzın var, öyle mi?” diye sordu.

Ne demek istediğini anlamasam da onu benden ve sokağımdan uzaklaştırmak için ısırmaya ya da tırmalamaya hazır vaziyette durduğum pozisyonumdan kıpırdamadım.

“Söylediklerim ve küçük çatına yaptığım için özür dilerim. Seni tanımadığımı ve neden burada olduğunu bilmediğimi fark ettim. Yaptığım oldukça tatsızdı, umarım beni affedebilirsin.”

Sert ifadesinin yerini yumuşak ve nazik bir ton almıştı.

Adamın silüetine baksam da sokağın ışıkları ve elinde tuttuğu fener yüzünden suratını seçemiyordum.

Geniş omuzları ve kalın kollarıyla cüsseli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdim.

“Adım Axel. Senin adın ne ufaklık?”

Bana usulca yaklaşıyormuş gibi ayaklarının yere sürtündüğünü duydum.

Kemikli vücudum yüzünden duvar artık canımı yaksa da kendimi korumalıydım. Göğsüm yine sıkışmaya başlamıştı.

Arka planda ses gümbürdemeye devam ederken ve karşımdaki adam beni evimden korkutarak uzaklaştırmak isterken yaşadıklarımın ağır geldiğini hissediyordum.

Gözyaşlarım akarken gittikçe ağırlaşan nefesim kesiliyordu.

Gürültünün başladığı ilk gecede olduğu gibi titrediğimi fark ettim. Bunun sebebini hâlâ anlayamıyordum. Korktuğumun bilincinde olsam da ağlayacak ve titreyecek kadar olduğunu sanmıyordum.

Axel denen adam beni köşeye sıkıştırmıştı. Ellerimle kulaklarımı kapatmaktan, gözlerimi sıkıca kapatarak her şeyin yok olduğuna dair kendimi kandırmaktan başka yapacak hiçbir şeyim yoktu.

Yine de hem duvarı aşarak kulaklarıma ulaşan gürültülü müziği duyabildiğim hem de onun varlığını hissedebildiğim için bunun işe yaramadığını biliyordum.

“Kahretsin, sakin ol evlat. Bir şey yok, sana zarar vermeyeceğim. Derin nefesler alıp ver.”

Onun da nefes alışının ağırlaştığını duydum.

Ne yaptığını bilmesem de sorunumu anlamış gibi göründüğü için, söylediğini yapmaya çalışarak derin nefesler alıp vermeye başladım.

Beklediğim gibi hemen işe yaramadı. Yabancı adam ağır nefesler alıp vererek onu takip etmemi işaret ediyordu.

Bunun işe yaramayacağını düşünmesem de her ihtimale karşı dediğini yapmaya devam ettim. Beklediğim sonunda oldu.

Uzunca bir süre sonra ağlamam ve titremem kesildi, göğsümdeki ağırlık yok oluverdi.

Ağır nefesler alarak düzelmiştim. Gelecekte böyle bir durumu tekrar yaşarsam bunu muhakkak hatırlayacaktım. Umudum yaşanmaması yönündeydi.

“Aynen böyle, birkaç dakika yavaşça nefes alarak kendini sakinleştir. Çok daha iyi olacaksın.”

Adam böyle konuşmaya devam ederken ben de daha iyi olacağımı ve gideceğini umarak söylediklerini yapıyordum.

Bedenim sakinleştikçe gözlerim ağırlaşırken, gözlerimi kırpıştırdığımda her şeyden iki tane gördüğümü fark ettim.

Böyle olduğunda uyumam ya da bir şeyler yemem gerektiğini bilsem de ikisini de yapamazdım, çünkü başımda evimi elimden almak isteyen bir adam vardı ve bana yemek veren nazik adam da bugün lokantada değildi.

Davetsiz bir misafir ve başka bir tuhaf ağlama faslıyla yeterince garip bir gece yaşamıştım.

İnsanlara, özellikle de bu kadar yakınımda olup benimle konuşmalarına alışık değildim.

Uyku vücuduma çökerken ne kadar direnmeye çalışsam da gözlerim beni dinlemeden usulca kapanıyordu.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok