Ateş ve Şifa - Kitap kapağı

Ateş ve Şifa

Silver Taurus

Birinci Bölüm

VALKYRİE

Doğduğum andan beri duyduğum tek şey inlemeler, çığlıklar ve ağlama sesleriydi. Her gece yakınlarda bir yerlerde yardım çığlıkları duyuyordum, anne babalarını çağıran çocukların çığlıklarını.

Gözlerim kapalı oturup dualarını dinliyorum, birinin onlara yardım etmesini istiyorum, umut için yalvarıyorum.

Umut; her zaman kalbimde olan tek kelime. Bunu düşünmek bile aptalca gelebilir ama içimde, atan kalbimde her zaman küçük bir umut vardı.

İç çekerek, soğuk beton duvarı hissedene kadar geri çekildim.

Bu duvarlar arasında hapsedilen her insanın daha fazlası için yalvardığı, huzur için dua ettiği uykusuz bir gece daha, acılı bir gece daha…

Ne kadar zamandır burada kilitli olduğumu hatırlamıyordum. Sahip olduğum tek hatıra, lanetli bir köle olarak yaşadığım sefil hayatım.

Bu süre boyunca ne birisi yanıma geldi ya da bana yardım etti. Dayak yerken merhamet çığlıkları dudaklarımı defalarca terk etti. Ama kimse yardıma gelmedi.

Köle olmayı istemedim, lanetli olmaksa? Bunun mümkün olabileceğini bile asla hayal etmemiştim.

Bazıları benim bir cadı olduğumu söylüyor ama bu doğru değil. Lanetli olmamın sebebi başka bir şey.

Bu tuhaf, garip güçlerim 12 yaşımdayken ortaya çıkmaya başladı. İyileştirme yeteneğine sahibim ama aynı zamanda bir dokunuşumla insanların canını da yakabiliyorum.

Elim hafifçe değse bile insanların acı içinde kıvranmasına neden olabiliyorum. Sanki içlerine asit dökmüşüm gibi sefil bir şekilde ölmelerini sağlayabiliyorum.

İnsanlar bu lanetimi öğrendiklerinde ellerimi bağlayıp ellerime zarar verdiler. Biraz kıpırdasam bana işkence yapıyorlardı. Bütün bunlar yaşama isteğimi, umudumu yitirmeme neden oluyordu.

Ama içimden bir ses o küçücük umuttan hiçbir zaman vazgeçmememi söylemeye devam etti.

Anahtar sesi duyduğumda doğrularak kapıya baktım.

Çarpık dişli bir adam kapıyı açarken zincirlerimi çekip, “Kıpırda, kaltak!” dedi. “Eğlence zamanı.” Bana bakarken sırıtıyordu.

Adam zincirleri sertçe çekiştirdiğinde ondan uzaklaşmaya çalışmış ama tökezleyerek yere düşmüştüm. Beni sürüklediğini hissettiğimde inlememeye çalıştım.

Sert zemin canımı acıtıyordu. Ne zaman ayağa kalkmaya çalışsam, adam tekrar zincirlerimi çekiştiriyor ve her düşüşte bir yerlerim kan içinde kalıyordu.

Adam yüksek sesle gülerek, “Hadi güzelim, yüzünün nasıl buruştuğunu görmenin zamanı geldi,” dedi.

Etrafıma bakmaya çalıştım ama tek gördüğüm korku dolu insanlarla dolu kafeslerdi. Ağlamamak için kendimi tutuyordum çünkü ben zayıf bir kadın değilim. Acı, yaralı vücudumu kaplarken dudaklarımı sımsıkı bastırdım.

Başka bir anahtar sesi duyduğumda birden parlak güneş, kırılgan tenimi ısıtmaya başlamıştı. Dizlerimin üzerine düştüğümde burnuma toz girerken öksürdüm. Neredeydim?

Birkaç çığlık duyunca etrafıma baktım, içimi hafiften bir panik kaplamıştı. Görüşümü düzeltmeye çalışırken birden kafama bir çuval geçirdiler ve çuval boynumun etrafını sıkarken dudaklarımdan küçük bir çığlık çıktı.

Adam beni aniden itince tekrar yürümeye başlamıştım. Gerilmeye başlıyordum. Ölecek miyim?

Etrafıma konsantre olmaya çalışıyordum ama tek duyabildiğim çığlıklar ve bağırışlardı. En kötüsünün gelmesini beklerken ellerimi birbirine kenetledim. Ama hiçbir şey olmuyor, hiç kimse gelmiyordu.

Birden bir şangırtı duyunca irkildim.

“KIPIRDAYIN!” diye bağırdı biri uzaktan. Zincirlerimin çekildiğini hissederek yürümeye devam ettim. Ne oluyor?

Etrafımda daha fazla zincir sesi birleşiyordu. Uzun zamandır ilk kez, yalnız değildim. Ölecek olsam bile, yalnız değilim.

***

O kadar uzun süredir yürüyorduk ki zar zor ayakta durabiliyordum. Sıcak beni boğuyordu. Kafama geçirilen çuval soğuk gecelerde dinlenirken sadece bir kez çıkarılmıştı.

Bu süre zarfında da, yanımda daha fazla köle olduğunu fark etmiştim. Etrafımda en az 20 yabancı yüz vardı. Zincirlenmiş tüm çocuklar, yaşlılar, kadınlar ve erkekler nereye gittiğini bilmeden birlikte yürüyorlardı. Bu beni korkutuyor.

Kimse tek kelime etmiyordu, bir fısıltı bile yoktu. Korkuyorlardı, olacaklardan korkuyorlardı. Gücümü tekrar toplayarak yürümeye devam ettim. Pes edemem.

Yapamam.

Gece çöktüğünde hiçliğin ortasında arka arkaya oturuyorduk. Gece gökyüzüne bakarken, ayın bize parıldamasını izliyordum. Gözlerimi kapatarak dua ediyordum.

Birinin gelip beni kurtarmasını diliyordum. İç çekerek her yeri çürüklerle kaplı ellerime ve yara izlerime baktım, vücudumun her yeri bunlarla doluydu. O kadar zayıftım ki minik kemiklerimi bile sayabilirdim.

Bunu hak edecek ne yapmıştım? Neden böyle cezalandırılıyorum?

Yanımızdaki adamlar bize bir şeyler fırlatmaya başlamıştı; küçük çantalar.

“BUNLARI SAKLAYIN VE SAKIN KAYBETMEYİN! EĞER KELLENİZİ KAYBETMEK İSTEMİYORSANIZ, DEDİKLERİMİZİ YAPACAKSINIZ!” diye bağırdı iki tekerlekli at arabasının üzerinde duran adam.

Elimdeki çantayı açıp içine baktım. İçinde kıyafet vardı. Ama ne için?

Öyle sıradan kıyafetlere benzemiyordu. Şık görünüyorlardı. Sert bir çekişle başımı kaldırıp önüme baktım. Ayağa kalkıp yürümeye başlamamız için bize bağırıyorlardı.

Dağlara doğru giden bir çölde ilerliyorduk. Hayranlıkla manzaraya bakıyordum. İlk defa böyle bir şey görüyorum. Bu zamana kadar görebildiğim tek şey duvarlardı. Güneşi bile zar zor görebiliyordum.

Arabadaki adam daha hızlı hareket etmemiz için bize baskı yaptığında onunla ilgili bir şeyler bana ters gelmişti. Bundan hiç hoşlanmamıştım.

Bir kez daha elimdeki çantaya baktım. Neden bize kıyafet verdiler ki? Bizi satacaklar mı? Yalan söyleyemem, korkuyorum.

Ama yine de, ileriye bakarken içimi dolduran umut kırıntısını hissedebiliyordum. Bizi neler bekliyor?

Başka bir yürüyüş günü gelip çattığında kafalarımıza bir kez daha çuval geçirilmişti. Hava değişmişti. Yürürken hafif, sakin bir esinti tenimi gıdıklıyordu.

Ayaklarımızın altındaki ıssız toprağın üzerini daha da yoğun bir şekilde kaplayan bitkileri hissedebiliyordum. Görünüşe göre sonunda dağlara varmıştık.

Arabadaki adamın aniden bağırmasıyla durduk. Sonunda dinlenecektik. Ayaklarım daha fazla dayanamayacak sanırım.

Susamıştım ve açtım. Sonunda adam kafamızdaki çuvalları çıkardığında güneşin korkunç parlaklığı beni karşılarken yüzümü buruşturdum.

Gözlerimi kırpıştırarak ışığa alışmaya çalışıyordum. Grubumuz daha küçük gruplara ayrılıyordu ama neden?

Benimle aynı sırada oturan insanlara baktım; iki kadın ve iki erkek. Benden çok daha fazla işkence görmüş gibi görünüyorlar.

Kadınlardan biriyle göz göze geldiğimde bana sanki bir ucubeymişim gibi bakmıştı.

Hemen gözlerimi kaçırarak arkasındaki adama baktım. O adamda bana bakıyordu ama kadının aksine; hayretle. Sonunda bakışlarımı yere indirdim. Garip gözlerime bakıyorlardı.

Uzun zaman önce, kırık bir camda kendime bir göz attığımda gözlerimin farklı olduğunu fark etmiştim. Biri mavi, diğeri ise alışılmadık bir şekilde içinde altın çizgiler olan ela rengiydi.

Kırık camda yansımamı gördüğümde kendimi güzel hissetmiştim. Neden bilmiyorum ama gözlerim hoşuma gitmişti. Ancak gözlerime bakan herkes aksini hissediyordu.

Başımı kaldırdığımda, bizimle birlikte olan sekiz adamın konuştuğunu gördüm. Endişeli görünüyorlardı; bir şey mi oldu?

Çevreme karşı her zaman duyarlıydım. Sanki bir varlık benimle iletişim kurmaya çalışıyormuş gibi sürekli beni çağırıyordu.

Bu bana bile garip gelse de, meraklı biri olmamı engellemiyordu.

“HERKES KALKSIN!” diye bağırdı adam. Emirlerine uyarak ayağa kalktım. Bacaklarım titriyordu ama tüm gücümü toplayarak bacaklarımı hareket ettirmeyi başarmıştım.

Beklenmedik bir şekilde adamlar bölünerek farklı yollara sapmaya başlamıştı. Çılgınca etrafıma bakındım. Herkes neler olduğunu merak ediyordu. Bir kez daha etrafa bakındıktan sonra yürümeye devam ettik.

Sessizlik gitgide rahatsız edici bir hâle geliyordu. Öndeki adamlar yüksek tetikteydi. Yolun sonunda küçük bir ev fark ettiğimde, o yerin ne olduğunu merak etmeye başladım.

Ahşap, iki katlı ev harabeye dönmüştü. Kırık pencereler ve çarpık kapılar menteşelerinden sarkıyordu. Belli ki orada kimse yaşamıyordu.

Diğer köleler korku içinde titremeye başladılar. Hiçbirimizin başında çuval olmadığı için herkes neler olup bittiğini görebiliyordu.

Oraya yaklaşırken, önümüzden bir gölgenin geçtiğini fark ettim. Neydi o? Kaşlarımı çatarak tam zamanında etrafıma baktığımda iki garip adamın çalıların arkasından çıktığını gördüm.

Bizimle birlikte olan diğer iki adamla konuşuyorlardı. Biz ise başımız öne eğik sırada duruyorduk ama birden yan taraftan gelen başka bir ayak sesi, başımı korkuyla çevirmeme neden oldu. Yakınımızda bir şey gizleniyordu.

Aniden nefesim düzensizleşti. Titreyen ellerimle paçavra elbiseme tutundum. Yavaşça sırtıma doğru sinir bozucu bir his yükseliyordu.

Başımı kaldırdığımda, yabancılardan birinin bana baktığını gördüm. Çikolata rengi gözleri ve ince dudaklarıyla beni inceliyordu.

Adamlardan biri bize yaklaşarak, “O kız tehlikeli,” dedi. Yüzünde sert bir bakış vardı. “Onu almak istediğine emin misin?”

Gözlerim önümdeki yabancıya geri döndü.

“Üç kadını da alıyoruz. Tam bize göreler,” dedi yabancı, sırıtarak. “İşte paranız.”

Adam içinde bozuk para olan keseyi yakalarken bir şıngırdama sesi duydum. Satılıyordum ve kime bilmiyordum.

Uzaklaştırmaya çalıştığım korku, sonunda yabancı zincirimizi diğerlerinden çekerken kalbimi kapladı. Bu adamalara karşı gelmeye çalışmak boşunaydı ama durmak zorundaydım. Onlarla gidemezdim.

Bunu fark eden yabancı sertçe beni çekince tökezleyerek düştüm. Keskin bir kaya sol uyluğumu delip geçmişti. Yabancının beni yukarıya çektiğini hissettiğimdeyse inledim.

“Dayak yemek istemiyorsan, bunu bir daha deneme,” dedi adam, sadece benim duyabileceğim kadar alçak bir sesle. Tehdidi oldukça açıktı.

Gözlerimde yaşlarla başımı salladım. Adam alay ederek bir kez daha beni çekiştirdi. Sıcak kan bacağımdan aşağıya doğru akıyordu.

***

Üç gün. Üç gündür yemek yememiş, sadece su içmiştik ve yürümeye devam ediyorduk. Bedenim bir o yana bir bu yana sallanırken bilincim gelip gidiyordu.

Yaralarım kanıyor, baldırım ağrıyordu. Tedavi görmem gerekiyordu ama yardım istediğimde aldığım tek şey yüzüme sertçe atılan bir tokat olmuştu.

Arkama baktığımda diğer iki kadının yorgun olduğunu gördüm. Bir tanesi solgun görünüyordu, sanki her an bayılabilirmiş gibiydi.

Diğer köle, “Onun… Yardıma ihtiyacı var...” diye fısıldadı. Adamı durup onlara baktı. Kadın haklıydı. O zavallı kadına yiyecek bir şey vermezlerse ölecekti. Ama adam sadece alay ederek zincirleri çekmeye devam etti.

“Yaklaştık,” diye mırıldandı.

Güneş batarken sonunda önümüzde küçük bir köy belirdiğinde sonunda rahat bir nefes aldım. Geceleri bile hiç dinlenmemiştik.

Köyün küçük girişine ulaştığımızda başka bir üç adam bize doğru yaklaştı. “Şunları alıp hazırlayın. Eşleri için hazır olsunlar,” diye emrettikten sonra yabancı adam arkasına bile bakmadan oradan uzaklaştı.

Üç adam bizi tutup her birimizi ayrı yollara doğru götürmeye başlamıştı. Diğer zavallı kadınlara bir kez daha baktım. Onlara ne olacak?

Küçük bir kulübenin önünde durduğumuzda adam benden içeriye girip yıkanmamı istemişti. Başımı sallayarak içeri girdikten sonra küçük kapının kapandığını duydum. Küçük ahşap yer kafesimden de daha küçüktü. İçeride küçük bir tabure ve bir kova su vardı.

Başka bir şey görebilmek için etrafa bakınsam da penceresiz kulübede bunlar dışında hiçbir şey yoktu. Yorgun bir şekilde diz çökerek suya uzandım ve sudan içtim. Kirli ellerimden tam bir enkaz olduğum belli oluyordu.

Emirlere uymaya karar vererek soyunmaya başladım. Gözlerime kan oturmuş, etrafı mosmor olmuştu. Berbat bir hâldeydim. Suyu alıp yıkamaya başladım.

Minik damlacıklar ince bedenimden aşağıya süzülüyordu. Elimden geldiğince yaralarımı temizliyordum ama canım çok yanıyordu. Çürükler bile iltihaplı görünüyordu. Elbisenin bir parçasını yırtıp kalçamdaki yaranın üzerine bağladım.

“Çantadaki kıyafetleri giyin,” diye bağırdı adam.

Kahverengi çantaya açıp içindekileri çıkardım. İçinde göğüslerimi zar zor kapatacak küçük bir üst vardı. Gümüş rengiydi ve üzerinde de gümüş zincirler vardı.

Ardından, altıma iç çamaşırımı giydikten sonra üzerime bir etek geçirdim. Kısa etek, üstümüm takımı gibiydi. Üzerimi değiştirmeyi bitirdikten sonra kendime baktım.

Bir fahişe gibi görünüyorum. Birine köle olarak falan mı hizmet edeceğim?

Çantanın içinde kalanlara baktığımda bir çift Yunan tarzı sandalet buldum. Şimdiye kadar sahip olduğum üçüncü sandalet. Bunlara bayılmıştım.

Kahverengi deriler, dizime kadar çıkıyordu. Onları giydikten sonra tekrar kendime baktım. Farklı hissediyordum, saçımı biraz daha düzeltmeye karar verdim.

Parmaklarımla saçlarımı taradım. Hâlâ ıslaktı ama önemli değil. Saçlarımı örerken yerde bir şey dikkatimi çekmişti.

Tozları elimle sildiğimde bunun küçük, gümüş bir taş olduğunu gördüm. Saf gümüşten yapılmış gibi parlıyordu. Taşa daha yakından bakarken adamın bağırmasıyla korkudan yerimde sıçradım.

Taşı eteğimin içine sokup küçük kapının açılmasını beklemeye başlamıştım.

“Beni takip et,” derken adam zincirimden tutup beni peşinden sürükledi.

Küçük köyün girişine doğru yürüyorduk. Diğer iki kadın da oradaydı. Tıpkı benim gibi giyinmişlerdi.

Adamlar başlarını sallayarak iki tekerlekli arabaya binmemizi işaret etti. Üçümüz gergin bir şekilde birbirimize bakıyorduk.

“BİNİN!” diye bağırınca korkarak aceleyle arabaya bindik. Adam arabanın köyün girişinden uzaklaşmasını izlerken dönüp önümüze baktım. Nereye gidiyoruz? Belki başka bir köye?

Araba aniden durunca korkuyla gözlerimi açtım, uyuyakalmışım.

“Aşağıya inin!” diye emretti adamlar.

Aşağıya inerken nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyordum. Gözlerim kocaman açılmış, titremeye başladım. Çok sayıda köle açık bir alana itiliyordu. Meşaleler yanarken devasa kayalar ve ağaçlar etrafı çevreliyordu.

Tüm zihnimi ürkütücü bir his kaplamıştı. Nefes nefese, diğerlerine baktım. Korktukları belliydi. Bir el beni ittiğinde dört ayak üzerine düştüm.

Kölelerin geri kalanına yaklaşarak alanda beklemeye başladık. Fısıltılar uğultulara dönüşüyordu. Burası da neresi?

Aniden, gökyüzünde canavarca bir kükreme yankılandığında korkuyla etrafıma bakındım. Bu bir canavar mıydı?

Gruptaki herkes birbirine yaklaşıyordu. Ben ise başımı hareket ettirip etrafa bakmaya çalışıyordum. Başka bir kükreme daha duyduğumuzda, irkildim. Nefesim hızlanıyordu. Her tarafa bakıyor ama hiçbir şey göremiyordum.

Sağır edici bir çığlık duyduğumda ellerimle kulaklarımı kapattım. Önümüzde olanlar karşısında dudaklarımdan bir hıçkırık kaçmıştı.

Gümüş pulları ve kırmızı gözleri olan devasa bir canavar, keskin pençelerinin altındaki adamlara bakıyordu. Gerçekten çok büyüktü.

Çığlıklar havayı doldururken köleler sağa sola koşmaya başlamıştı. Daha fazla canavar kükreyip bize saldırmaya çalışırken bazıları kaçmayı başaramıyordu. Hemen geri çekildim.

Her yerim ağrıyordu ama kendimi savunacak bir şey bulmalıydım. Hava kan kokusuyla dolarken etrafa bakındım. Bizimle olan adamlar kaçmışlardı, herkes canavarların keskin dişleri arasında ölüyordu.

Bizi sefil bir şekilde ölüme terk ettiler. Ne kadar acımasızlar. Daha fazla canavar gümbürtüyle yere inerken koşmaya başladım. Geldiğim yere geri döndüğümde yolu aydınlatan alevlerin altında bir şeyin parıldadığını fark etmiştim.

Bu bir kılıç. Uzanıp kılıcı yakaladım ve ters yöne doğru koşmaya başladım.

Elimin altındaki metal bana ağır ve tuhaf geliyordu. Ama buna ihtiyacım vardı; bir şekilde hayatta kalmam gerekiyordu. Derin bir nefes alarak ormana doğru yöneldim. Bacağım zonkluyordu ama umurumda değil.

Aklımdaki tek şey hayatta kalmaktı. Köşeyi döndüğümde yolum bir uçurumda bitti. Diğer kölelerden bazıları da aynı şekilde koşarak çıkmaza girmişti.

“Hayır...” diye fısıldadım, gözlerim yaşlarla dolarken. Buradan kaçmanın bir yolu yok mu?

Uçurumdan geri dönerek koşmaya başladım ama yüksek bir gümbürtü ve bir kükremeyle geriye doğru düşmüştüm. Dudaklarımdan küçük bir çığlık kaçtı. Başımı kaldırdığımda siyah pulları olan bir canavarla karşı karşıyaydım.

Nefes nefese, elimdeki kılıca baktım. Eğer böyle öleceksem, en azından son nefesimi verene kadar savaşacağım.

Çığlıklar ve kırılan kemik sesleri tüylerimi diken diken ediyordu. Canavarın gözleriyse hâlâ üzerimdeydi. Bana doğru bir adım atarken hemen ayağa kalktım. Yanan meşaleler ve dallar etrafımı sarıyordu.

Bu canavarın önünde dikilen tek kişi bendim.

Derin bir nefes alarak ona baktım. Bana doğru bir adım atarak homurdandı. Bilinçsizce bedenim geriye doğru hareket ediyordu. Bu sefer alevleri yüzümü aydınlattığında kararlı bir ifadeyle kılıcımı kaldırdım.

Başımı kaldırarak tüm cesaretimi topladım ve canavarın gözlerinin içine baktım. Bir anlığına, canavarın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Hareket etmiyordu; gözlerimiz birbirine kilitlenmişti.

Bu canavarda beni kendisine çeken bir şey vardı. Başımı sallayarak bakışlarımı yere indirdim ve sonra tekrar yukarıya baktım.

Vücudum titriyordu ama böyle bir canavarın zayıf olduğumu bilmesine izin vermeyecektim. Kendimi onun karşısında küçültmek aklımın ucundan bile geçemezdi; bir canavarın, bir hayvanın, insan olmayan bir varlığın.

Bir köle olabilirim ama bir hayvana boyun eğmeyeceğim. Sonuç ne olursa olsun, savaşmadan pes etmeyeceğim.

Esen rüzgârda saçlarım dalgalanırken gece sessizliğe bürünmüştü. Artık bağırışlar ya da yardım çığlıkları yoktu. Geride kalan tek şey ölümün kokusuydu.

Zihnimde, “Sen kimsin?” diye yankılandı bir ses. “~Bana adını söyle.~”

Şaşırarak etrafıma baktım. O ses de nereden geldi? Canavara baktım. Az önce benimle mi konuştu?

Bu tür bir canavarın varlığından haberdar değildim ama ona cevap vermeye karar verdim. Derin bir nefes alıp gözlerimi onunkilere kilitledim.

“Benim adım? Valkyrie,” dedim özgüvenli bir şekilde.

Sesim titremişti ama bu beni cesaretlendiriyordu.

“Ölüm meleği Valkyrie,” diye mırıldandı canavar.

Burun deliklerinden ateş püskürttükten sonra başını eğerek beni incelemeye başlamıştı. Altın rengi gözleri içimi delip geçiyor, kalbimin çarpmasına neden oluyordu. Ama bu korku değildi; aramızda bir tür çekim vardı.

Gözlerimi önümde duran canavardan ayıramıyordum. Âdeta hipnotize olmuştum. Bu his kılıcımı indirmek istememe neden oluyordu ama bu numaraya kanamazdım.

Bana ne yapıyor böyle? Bu canavarların kim olduğunu bile bilmiyorum. Gözleri benden ayırmıyordu. Öne doğru bir adım attığımı fark ettiğimde hızla geri çekildim. Neden bu kadar sıcak hissediyorum? Bu duygu umut mu?

Gel,” diye fısıldadı canavar baştan çıkarıcı bir şekilde.

Bu bir emir miydi?

Küçük bir hareketlilik olduğunda başımı yere indirmiş, neler olduğunu düşünmeye çalışıyordum. Ama olanları görmezden gelerek başımı kaldırdım. Şoke olmuş, nefesim kesilmişti. Az önceki canavar yerine karşımda bir adam duruyordu.

Bu, o canavar mı? Gözlerimiz buluştuğunda öyle olduğunu biliyordum. Altın rengi, delici gözleriyle bana bakıyordu. Çok uzundu. Gözleriyle buluşmak için başımı kaldırmam gerekiyordu.

Omuzlarına ulaşan gece gibi siyah saçları vardı. Göğsü geniş ve pürüzlüydü. Gözlerim daha da alçaldı.

Âdeta güzellik timsaliydi. Esneyen kasları arzuyla yutkunmama neden oluyordu. Gözlerim daha da alçalıp mükemmel karın kaslarını fark ettiğimde dudağımı ısırdım. Parmaklarımı karnının üzerinde yukarı ve aşağı kaydırmak istiyordum.

Sonunda, gözlerimi daha fazla aşağılara indirdiğimde kusursuz kasık hatlarıyla karşılaşmıştım. Nefes nefese kalarak geri adım attım.

Tamamen çıplaktı. Yüzümün kızardığını hissederek bakışlarımı canavardan kaçırdım. Çıplak olduğuyla ilgili bir şeyler söylemeye çalışırken kekelemiştim ama ilk defa çıplak bir erkek görüyordum.

Güçlü bir kolun belime dolandığını ve beni kendine çektiğini hissettiğimde başımı yukarıya kaldırdım. Beni sıkıca göğsüne yakın tutuyordu. Kılıcım yere düşerken ellerim onun kollarına gitti. Ona dokunur dokunmaz gevşemişti.

Neden böyle hissediyorum? Kafam çok karışık.

Baştan çıkarıcı bir şekilde, “Başka bir yere bakma Valkyrie,” diye fısıldadı yüzüme doğru. “Sadece bana bak, başka kimseye değil.”

“Sen kimsin?” diye sordum yüzümün utançtan yandığını hissederek. Vücudunun her santimini bana bastırdığını hissedebiliyordum. Gözleri göğüslerime doğru indikten sonra dudaklarını yalayarak bakışlarını bana çevirdi.

“Ben mi? Ben ejderhaların kralıyım ve sen de benim biricik kölem, eşim ve kraliçem olacaksın,” dedi canavar sırıtarak.

Bileğimi dudaklarına götürdükten sonra hafifçe öptü. “Yeni evine hoş geldin, Oniks Ejderhasının Kölesi.”

Ejderha? Ejderha olduğunu mu söyledi o? Anlamıyorum, deli gibi kekelemeye başlamıştım. Korku sonunda beni ele geçiriyordu. Her şey yavaş yavaş yerine oturuyordu. “S-sen… Beni yiyecek misin?” Kelimeler ağzımdan dökülürken kulağa çok komik geliyordu.

“Hayır... Ama seni yiyebileceğim başka bir yol daha var,” dedi ejderha kıkırdarken. “Gidelim mi?”

Ölümcül geceyi delen küçük bir ıslık sesi duydum. Etrafıma baktığımda, daha fazla ejderhanın etrafımızda toplandığını fark ettim. Korkuyla titremeye başlamıştım.

“Hadi gel, gidiyoruz,” dedi ejderha beni kollarına alırken. Gümüş rengi bir ejderhanın sırtına tırmandık. Şimdi ne olacak?

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok