Deerborn - Kitap kapağı

Deerborn

Murielle Gingras

Birinci Bölüm: Kaybolan Bir Yaşam

Bon Resi, çoğu insanın uzak durmaya çalıştığı türden bir kasabaydı. Kasabanın geçmişte pek misafirperver olduğu söylenemezdi.

Kırsaldaki evler de hesaba katılırsa yaklaşık 1.200 insanın yaşadığı Bon Resi kasabasının sessiz halkı, zorlukla istihdam ediliyordu.

Burada çalışılabilecek en iyi yer Copmin Dondurmacılık adındaki bir dondurma üreticisiydi. Kasaba halkının büyük kısmı, ya Copmin’de çalışan birini tanırdı ya da doğrudan kendileri orada çalışırdı.

Hem ortaokul hem de lise olarak hizmet veren, bunun da öğrencilerin arasında sık sık kavga çıkmasına yol açtığı bir okulumuz vardı.

Yerleşim yerimiz dağın yamacında gözlerden ırak bir noktada bulunduğu için Bon Resi çevresinde başka bir kasaba yoktu.

Bize en yakın kasaba tam olarak seksen üç kilometre uzaklığımızdaydı, bu yüzden kasaba acil bir durumda halkın ihtiyaçlarını karşılayabilecek koşullarda şekillendirilmişti.

Kasabada; bir bakkal, bir tekel, biri daha çok kahvaltı için tercih edilen iki restoran, bir huzurevi ve bir de hastane vardı…

Ayrıca iki benzin istasyonu, Jake’in Dükkânı adında bir market ve yine Jake’in Dükkânı’na bağlı bir Subway restoranı bulunuyordu.

Tüm bunlara ek olarak birkaç küçük butik, bir postane, bir hırdavatçı, bir çiçekçi, bir eczane, bir radyo istasyonu ve hatta Susan’ın Kafesi adında küçük bir kafe vardı.

Susan'ın Kafesi’nde üç yıldan fazla bir süredir çalışıyordum ve sahibi Malcolm’ın kafenin adını seçme sebebini henüz öğrenememiştim.

Malcolm yorgun bakışları olan somurtkan bir adamdı. Gözlerinin etrafında kırışıklar vardı, burnunun ucu düşüktü ve her zaman İrlanda Baharı sabunu kokardı.

Dünyanın en iyi patronu sayılmazdı ama şikâyet edebileceğim bir yanı da yoktu, çünkü bana iki hafta bir ödeme yapardı.

Bon Resi kasabası, bazılarının bizi adlandırdığı gibi “dağ insanı” olduğumuz ve mahremiyetimize oldukça önem verdiğimiz için turistlere veya yeni insanlara karşı pek arkadaş canlısı davranmazdı.

Ayrıca kasaba, 1930’lardaki on sekiz Bon Resi sakini ve üç turistin dahil olduğu bir dizi faili meçhul cinayet sebebiyle kötü bir üne sahipti.

Cinayetler bugüne kadar hâlâ çözülebilmiş değildi, hâlâ tarihimizin güçlü bir parçasıydı.

Ne yazık ki, Bon Resi'nin bazı şüpheci sakinleri, bir çeşit mistik yaratığın gelip çok sayıda insanımızı katlettiğine ve bu yaratık ne tür bir yaratık ise hâlâ dağda yaşadığına inanıyordu.

Hatta sırf bu efsanevi yaratığa verdikleri Kilarney ismine kurban sunmak üzerine bir festival bile düzenlemişlerdi.

Ama günümüzde bu festivalin dozu daha da düşürülmüş, dağın yamacında mum yakıp yaratık için oraya ikramlar bırakılarak daha insancıl bir boyuta indirgenmişti.

Bu festivalde dükkanlar geç saatlere kadar açık kalır ve sokaklar farklı karnaval oyunları, hatta gösteri için kapatılıp Ay Işığı Çılgınlığı’nı andıran bir sokak dansı da yapılırdı.

Deerborn ailesinin birçok ferdi gibi ben de bu tuhaf ve durgun kasabada büyümüştüm.

Benim adım, iki yıl önce eylül ayında kolon kanseri nedeniyle vefat etmiş belediye başkanı Üçüncü Richard Deerborn’un kızı olarak Sybil Alexandra Deerborn idi.

Ailemden geriye kalanlar yalnızca; annem Lillian, kız kardeşim Patricia, dayım Jess ve iki kuzenim Michaela ile Capri’ydi.

Jess’in eski eşinin, aralarında doğrudan bir kan bağı bulunmamasına rağmen arada bir onu ziyarete gelen Aaron adında bir yeğeni vardı.

Aaron aslında Jess’in kızlarını görmeye gelmiyordu çünkü o benden birkaç yaş büyük, Michaela ile Capri ise benden altı yaş küçüktü.

Aaron’ı arada bir görmeme rağmen son yıllarda onu hiç görmemiştim.

Jess'e Aaron'ın yazın neden gelmediğini sormuştum ama o bana doğru dürüst bir cevap vermemişti. Yalnızca Aaron’ın bir “süreçten” geçtiğini söyleyerek beni geçiştirmişti.

Çoğunlukla bana karşı sert tavrından dolayı Aaron’ı sevdiğim söylenemezdi.

Yirmi bir yaşındaki herhangi bir insandan hiçbir farkım olmamasına rağmen koyu mavi gözlerinin ardından beni sessizce yargılıyor, ahlaki olarak beni sorguluyor gibi hissederdim.

Kafenin içindeki ayrıca küçük bir dükkânda çeşitli yerel ürünler sattığımız için, sık sık Susan’a doğal üzüm suyu almak için uğrardı.

Ne zaman dükkâna gelse, her zaman beni yapmadığım bir şey için sorguya çekerdi.

Neden Bon Resi'den lise sonrası eğitim almak için ayrılan akranlarım gibi olmadığımı sorardı.

Ya da neden Copmin Dondurmacılık yerine bu kafede çalıştığımı, anneme ev konusunda destek olabilecek kadar para kazanıp kazanmadığımı sorardı.

Aaron dışarıdan yalnızca meraklı gözüktüğünden ona karşı her zaman sabırlı olmak için elimden gelenin en iyisini yapsam da onun oldukça küstah biri olduğu ortadaydı.

Konuşmalarımızdan bu nedenle hoşlanmıyordum ve birkaç yıldır ortalıkta görünmediği için de mutluydum.

Bunları aklımdan geçerken kötüyü uzaklaştırmak için tahtaya vurmalıydım, çünkü yazar kasada oturmuş sayım yaparken Aaron üzüm suyu almak için dükkâna adımını attı.

Bambaşka biri gibi görünüyordu.

Her zamanki siyah kısa saçları şimdi omzunu geçecek uzunlukta atkuyruğu şeklinde toplanmış, yüzündeki yağlar eriyince yüzünün hatları daha da belirginleşmişti.

Hatta spor salonuna düzenli gitmeye başlamış gibi görünüyordu çünkü kollarındaki kaslar koyu yeşil ceketinden fırlayacak gibiydi.

Elimden geldiğince gülümseyerek, “Vay canına, öldüğünü sanmıştım,” diye şaka yaptım.

Aaron üzüm suyunu almaya kararlı bir şekilde bana yalnızca gözlerini devirmekle yetindi.

Kapıya en yakın duvardaki rafları taradı.

Ona, McGrath Bağı’nın mali yetersizlik nedeniyle geçen sonbaharda kapanmak zorunda kaldığını, Judy ile Harold McGrath’in tahliye edilmesiyle sonuçlandığını söylemeye cesaretim yoktu.

Meyve suyunun her zamanki yerinde olmadığını fark ettikten sonra omzunun üzerinden bana şüpheyle baktı.

“Ne zamandan beri McGrath satmıyorsunuz?” diye mırıldandığı anda yanağıyla diş etleri arasında bir kürdan olduğunu fark ettim.

Sanırım Jess Dayı şaka yapmıyordu; Aaron bir çeşit süreçten geçmiş gibiydi, daha çok Grease’deki John Travolta ile ~Sons of Anarchy~’deki Jax karşımı gibi görünüyordu.

Omuzlarımı silktim. “McGrath ailesi battığından beri… Mevcut olmayan bir ürünü de haliyle satamıyorum.”

Aaron kollarını göğsünde kavuşturarak bana döndü.

“Kötü olmuş. Onlarınkine benzeyen başka bir üzüm suyu var mı?” diye sordu, ayak bileklerini bükerek.

Yetişmesi gereken önemli bir yer varmış gibi sabırsız görünüyordu.

Ben daha cevap veremeden elini havaya kaldırıp söylediğini unutmamı istercesine bir işaret yaptı. “Boş ver,” diyerek çıkıştı.

Ağzım açık kaldı. Hatırladığımdan da büyük bir pisliğe dönüşmüştü. Arkasına dönüp doğrudan ön kapıdan çıktı. Bu dengesiz davranışı karşısında tek kaşımı kaldırdım.

“Seni de görmek güzeldi...” diye mırıldanıp sayım yapmaya devam ettim.

Vardiyam bittikten sonra neredeyse bomboş sokaklardan geçerek eve döndüm.

Aaron'ı bu denli değiştiren şeyin ne olduğunu merak etmekten kendimi alamadım. Belli ki bu değişiminin olgunlaşmakla bir ilintisi yoktu, bundan ziyade Aaron özellikle bir şeye baş kaldırmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu.

Kasabanın kenar mahallelerinden birine dönüşmekte olan çiftlik tarzı evimin olduğu bölgeye döndüğümde, onu kucağıma almamda ısrarcı olan kız kardeşimin Shih Tzu cinsi köpeği Mannie tarafından karşılandım.

Sırf sızlanmayı bıraksın diye köpeği gönülsüzce kucağıma aldım. Patricia'nın sadece ihtiyaç duyduğu değil, hak ettiği ilgiyi de veremediği halde neden bir köpek sahiplendiğine anlam veremiyordum.

Tenis ayakkabılarımı çıkarıp anahtarlarımı kapının yanındaki masaya fırlattıktan sonra dar koridordan geçip evin arka tarafındaki mutfağa doğru yöneldim.

Bir çeşit et suyu kokusu alınca annemin makarnalı sebze çorbası yapıyor olduğunu umdum.

Ortasında bir ada tezgâhı ve duvarlar boyunca beyaz dolapları olan orta büyüklükteki mutfağa girdim. Annem içeri girdiğimi fark edince ona gülümsedim.

“Selam ufaklık, iş nasıldı? Bugün Aaron’ı gördün mü?” diye sordu, haberi bana ilk elden anlatacak olmaktan memnun gibiydi.

Adanın yanındaki bir bar taburesine yerleşirken dudaklarımı buruşturarak başımı salladım.

“Evet, kasabaya ne zaman dönmüş?” Tezgâhın üzerindeki unları incelerken cevap verdim. Belli ki kurabiye de yapmıştı.

Annem telaşla ocağın üstündeki tencereye uzanıp tadına bakabilmek için kapağını kaldırdı. Artık makarnalı sebze çorbası yaptığına emindim.

“Jess bu sabah lavabonun parçasını bırakmak için geldiğinde, Aaron’ın dün sabah saat üç civarında arayıp yolda olduğuna haber verdiğini söyledi. Jess bunu gerçekten beklemiyormuş, hatta ona acelesinin ne olduğunu sormuş.”

“Ama Aaron sadece önemli bir mesele olduğunu söyleyip telefonu kapatmış.”

“Aaron bugün geldiğinde dağ hakkında sorular sorup durmuş. Son zamanlarda oraya kimsenin gidip gitmediğini merak ediyormuş.” Annem bunlardan haberdar olduğu için oldukça gururlu görünerek anlatmaya devam etti.

Aaron neden dağ konusunda böylesi meraklıydı? Nihayetinde o çok fazla içmeye meyilli bir şehir çocuğuydu, asıl ilgi alanının bu olması gerekirdi.

Onun hiçbir zaman doğayla alakalı şeylerle ilgilenebileceğini düşünmemiştim.

Parmaklarımı tembelce un öbeklerinin etrafında gezdirirken, “Bu garip. Bugün de bana McGrath kapandığı için işyerinde biraz kızdı,” diye yanıtladım.

Annem başıyla beni onaylarken Patricia mutfaktan oturma odasına açılan kapıdan içeri girdi. Memnuniyetsiz bir şekilde elindeki telefonu tutarken kızıl bukleleri adımlarıyla birlikte sallanıyordu.

“Val ile Ashley aramaya devam ediyor. Bugün çalışıyor olduğunu bir türlü anlamıyorlar.”

Patricia telefonu önümdeki tezgâha çarparak, “Onlara eve döndüğünde onları arayacağını, erkek arkadaşımdan bir telefon beklediğimi söyleyip durdum ama telefon susmak bilmiyor!” diye haykırdı.

Patricia'nın bir okul gezisinde tanıştığı Washington’da yaşayan Matt adında bir erkek arkadaşı vardı. Birkaç ayda bir buraya ziyarete gelirdi, ama ilişkilerini büyük oranda telefon konuşmaları ile Skype görüşmeleri üzerinden yürütüyorlardı.

Annemin telefon ve internet faturasını nasıl ödediğini düşünmek bile istemiyordum.

Ama bundan bağımsız olarak, Patricia Matt’le oldukça mutlu görünüyordu. Onun büyük bir hayranı olmasam da, Matt küçük kardeşime saygı duyuyor gibiydi.

Onun muhtemel erkek arkadaşlarının herhangi birinden isteyebileceğim tek şey buydu.

Öfkeli kız kardeşime tek kaşımı kaldırarak, “Peki, bu kadar acil olan şeyin ne olduğunu söylediler mi?” dedim.

Patricia kayıtsızca omuzlarını silkti. “Bilmiyorum.”

İçimden her zamanki gibi çok yardımcı olduğunu düşündüm.

Patricia genellikle biraz bencil, hatta bir seviyede narsistti ve ebeveynlerim bizi saygın insanlar olarak yetiştirmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmışken nasıl bu kadar dik kafalı olduğunu tam olarak kavrayamıyordum.

Telefonu alıp yalnızca başparmağımla Val’in numarasını çevirerek oturma odasından yatak odama doğru yol aldım. Buna ihtiyacım olduğundan pek emin olmasam da, daha büyük yatak odalarından birini aldığım için şanslıydım.

Val’in telefonu açtığını anlayana kadar hatta bir süre sessizlik oldu.

“Hey?” diye sorarken sesi biraz endişeliydi.

“Bugün arayıp durmuşsunuz, ne oldu? Birisi öldü mü?” diye sordum bunun olmadığını umarak.

Val gülüp dikkatini hemen toparlamayı başardı.

“Eğer bir şey kaçırmadıysam hayır! Sadece Aaron'ı görüp görmediğini merak ettim.”

Gözlerimi devirdim. Evet, biraz değiştiğinin ben de farkındaydım ama bu neden böylesi büyük bir haber haline gelmişti?

“Evet, bugün dükkâna geldi,” diye yanıtladım biraz ters bir şekilde.

Val derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi dramatik bir şekilde verdiğini duyabiliyordum.

“Vay canına, ne diyebilirim ki? Vay canına, Syb! Bana onun telefon numarasını vermelisin... Ya da ne bileyim, ona beni Facebook'tan eklemesini söyle.”

“Şaka yapıyorsun değil mi?” diye sordum.

“Hiç de bile. Hadi ama! Onu gördün! Beni suçlayabilir misin? Ortalık resmen alev aldı.”

Val'in ağzının suyunun aktığını neredeyse telefondan bile duyabiliyordum.

“İzninle, Aaron'ın seninle dalga geçtiği zamanları sana hatırlatabilir miyim? 'Aaron Jachtel'den Nefret Edenler' kulübünün kurucusu olduğun zamanları hatırlamıyor musun?” diye çıkıştım.

Hatırlattığım anı sinirimi bozarken Val buna güldü.

“Evet, hatırlıyorum. Ama bu çok uzun zaman önceydi ve Aaron belli ki artık tamamen farklı bir insan,” dedi.

“Farklı mı? Bunu nereden biliyorsun?”

“Bugün Jake’in oradayken benimle konuşup iyi göründüğümü söyledi,” dedi pek de mütevazi olmayan bir sesle.

“Buna inanmakta zorlanıyorum. Aaron pek iltifat edecek türden bir insan değil.”

“Bana iltifat etti işte! Sorunun ne, Syb? Bugün her zamankinden daha acımasızsın.”

“Hiçbir şey. Sadece ona pek bayılmıyorum. Dinle, seni daha sonra arayacağım, tamam mı? Ash'i de aramalıyım,” dedim tırnaklarımı kemirirken.

Val, ben telefonu kapatmadan hemen önce araya girip, “Aaron’ın numarasını istemese iyi olur...” dedi.

Hızla Ashley'nin numarasını çevirdikten sonra telefon neredeyse sonuncu çalışa kadar çalmaya devam etti.

Burnumun kemerini sıkarak, “Lütfen bana Aaron için aradığını söyleme,” diye yakındım.

Ash, “Şaka mı yapıyorsun? Aaron muhtemelen tanıdığım en berbat insanlardan biri! Bugün Jake’in oradayken Val'e ne dediğini biliyor musun?” diye parladı.

“Sanırım onun iyi göründüğüyle ilgili bir şey değil,” diye mırıldandım.

Ash, “Ona şişman lanet olası ağzını kapatmayı öğrenmesi gerektiğini söyledi. Pisliğin dediği şeye inanabiliyor musun?” diye çemkirdi.

Tek kaşımı kaldırdım. “O halde Val neden bana ona iyi göründüğünü söylediğini anlattı? Yaşananı kendince inkâr etmeye mi çalışıyor yoksa başka bir durum mu var?”

“Muhtemelen. Onun hakkında konuşmayı bir türlü bırakmadı. Aaron ona dağ hakkında sorular sorduğunda, Val Aaron’ın onu dağa götürmesinden ne kadar büyük keyif alacağı ile ilgili şeyler söyleyip durdu. Sonra da Aaron onu tersledi!”

“Ne? Neden?”

“Bilmiyorum, ben de senin bir şey bilip bilmediğini merak ediyordum.”

“Hiçbir fikrim yok. Ama bunu öğreneceğim.”

Çoğunlukla Val ile onun ayran gönüllülüğü hakkında biraz daha konuştuk.

Konuşmamız bittikten sonra, bu işi deşelemem gerektiğini düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Aaron bunca yıl sonra dağ hakkında öylesine bilgi almak için Bon Resi'ye gelmiş olamazdı. Bununla ilgili bu kadar önemli olan neydi?

O akşam Val'i geri aramadım, çünkü onunla Aaron hakkında konuşacak havamda değildim.

Val'in az da olsa iyi görünen bir erkeğe hemen âşık olma eğilimi olduğunu biliyor, bazen bunun sebebinin yalnızca özgüvensizliği olup olmadığını merak ediyordum.

Val ile Ashley kendimi bildim bileli arkadaşımdı, bu yüzden onlardan birinin çaresiz olduğunu düşünmekten nefret ediyordum. Sadece onlar için en iyisini istiyordum ve Val’in dikkat çekmek için yalan söylediğini görmek çaresizliğin de ötesinde sanrısal bir durum gibi görünüyordu.

Val'in mükemmel bir erkek arkadaş istediğini biliyordum, ki bunu henüz bir kez bile deneyimlememişti, ama bu kişiyi durmaksızın aramayı bırakmasını diliyordum.

Büyükannemin bana erkeklerin peşinden koşmamam gerektiğini, doğru kişinin hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkacağını söylediğini dün gibi hatırlıyordum.

Erkeklerle birkaç randevuya çıkmıştım, hatta Jeremy List ile kısa süreli bir ilişkim bile olmuştu, ama birlikte olduğum kimseyi hayatımın geri kalanını birlikte geçirebileceğim biri olarak hayal edememiştim.

Kasabadaki tüm kadınların potansiyel erkek arkadaşlarıyla büyüdüğü böylesine küçük bir kasabada yaşadığım için, onların burunlarını karıştıran, kabuk bağlamış yaralarını koparan ve havuza işeyen tiplerden; kendilerine bakabilen adamlara dönüştüklerine şahit olmuştum.

Bazen bu durumun beni Bon Resi'deki adamlara karşı biraz önyargılı yaptığını, belki de biraz fazla temkinli hale getirdiğini hissediyordum. Ama her zaman iyimser olan en iyi arkadaşım Val, herkesin her zaman en iyi tarafını görürdü ve bu onun hayran olduğum bir özelliğiydi.

Diğer en iyi arkadaşım Ashley Moore üçümüzün arasındaki en şanslı kişiydi. Bon Resi'deki tek düzgün sayılabilecek adam olan Colby Watson'ı kendine aşık etmeyi başarmıştı.

Kasabadaki tüm kızlar onu kıskanır, sık sık Colby'yi Ashley'nin onun için iyi olmadığına ikna etmeye çalışırdı.

Ama neredeyse iki yıl boyunca birlikteliklerine şahit olduktan sonra kızlar artık vazgeçmiş gibiydi ve Colby, Ashley ile birlikte olma fikrine oldukça bağlı görünüyordu.

Ashley’nin çekici bir kişiliğe sahipti, ayrıca konu erkekler olunca her zaman en iyi seçimleri yapardı, Colby’ye de ortaokul ve lise boyunca platonik aşıktı. Hayali nihayet gerçekleştiği için onun adına mutluydum.

O modellerin yüzüyle bile kıyaslanamayacak derecede, şimdiye kadar gördüğüm en güzel yüze sahipti.

“Komşu kızı” konseptinin mükemmel bir örneğiydi. Ashley'nin güzelliğini her zaman içten içe kıskanırdım ama aynı zamanda kendime pek de fena görünmediğimi hatırlatırdım.

Val lise boyunca, özellikle de diğer kızların çoğu ergenlik kilolarını verdiğinde zor zamanlar geçirmişti. İnsanlar mantık ve akıl çerçevesinde hareket etmek yerine onunla alay etmeyi seçmişti.

Val'in tüm ailesi bir tık kiloluydu, yani bunun sebebi genetik haritasıydı. Lisedeki son yılımızda Val modaya ilgi duymaya başlayıp güzelliğini ön plana çıkarmak için çaba harcadı.

İşte o zaman saçlarını Victoria Beckham tarzı kısa hacimli kestirmeye, yalnızca tayt ile uzun tişörtler giymek istediğine karar verdi. Val her şekilde benim için güzeldi.

O gece yatakta uzanırken Aaron’ın hareketsiz kasabamıza gelmesinin olası sebeplerini düşünmeye çalıştım. Şehirdeki bir bankayı soymuş veya evden kaçmış olma ihtimaline özellikle kafa yordum.

Bir kızdan kaçmaya çalıştığını düşünmedim, bu pek onluk bir hareket değildi.

Onun bir Budist olmaya karar verdiğini ya da dağda inzivaya çekilecek bir tür münzevi olmaya çalıştığı ihtimallerini de tamamen eledim. Bunlar da hiç onluk hareketler olmazdı.

Buraya gelmek için sağlam bir sebebi vardı ve bu her neyse onu bulmaya kararlıydım.

Ertesi sabah hava aydınlandığında cumartesi gününde olduğumuzu fark edince çalışmak zorunda olmadığımı hatırlamak beni mutlu etti.

Haftada sadece üç gün izinliydim, ki bu çok önemli değildi ama ara sıra Susan’ın Kafesi’nin belli bir rutine girdiğini hissedince boş günlerimden daha fazla keyif alıyordum.

Malcolm hafta sonları da çalışmayı sever ve haftanın çoğunu kasabanın altı kilometre uzaklığındaki kereste deposunda çalışarak geçirirdi. Belki de dükkânda olmak ona bir tür tatil gibi geliyordu.

Bu yüzden, hafta sonlarına ek olarak çarşamba günlerinde de izinliydim çünkü Malcolm yeğenini çarşamba günleri biraz deneyim kazanması için işe getirirdi.

Yeğeni Andrea Townsend, günde en az altı saat derse olmasını gerektiren bir bölümde uzaktan eğitim alıyor, bu nedenle sürekli bilgisayarının başında oluyordu.

Çarşamba günleri derslerinin olmadığı tek gündü, bu yüzden haftada bir gün çalışabileceği konusunda bir anlaşma yapmışlardı.

Onun çalıştığı günlerin ertesi sabahında işe gelmekten nefret ediyordum, çünkü çoğunlukla çıkmadan önce işyerini neredeyse hiç temizlememiş oluyordu.

İş makbuzları sıralamak, envanteri kontrol etmek, herhangi bir evrak işini yapmak gibi şeylere gelince hemen tabanları yağlıyordu.

Bu, genellikle ertesi günü yalnızca yapmam gereken işleri yerine getirmekle kalmayıp, aynı zamanda onun yapması gerekenleri de tamamlamak zorunda olduğum anlamına geliyordu.

Andrea, ilk çalışmaya başladığında bir defalığına Malcolm’a bu konuda şikâyet ettiğimi hatırladım ama bu büyük bir hataydı.

Malcolm bana bir saat boyunca azar çekip kendi işime bakmam gerektiğini, Andrea'nın henüz alışma sürecinde olduğunu falan söyledi. Bu yüzden artık ona, Andrea’nın üzerine düşeni yapmadığını söylemeye cesaretim yoktu.

Ashley ile planladığımız dağ patikasındaki doğa yürüyüşümüz için hızlıca hazırlandım, aslında yürüyüş yapacağımız yer zemine çok yakın olduğu için pek dağda sayılmazdı.

Duştan çıktığımda saçlarımı gevşek bir atkuyruğu yapıp gri bir eşofman ve bol bir Oregon State yazılı kapüşonlu ile siyah beyaz klasik Reeboks ayakkabılarımı giydim.

Evden çıt çıkarmadan sıvışabilmek için elimden geleni yaptım.

Ama oturma odasından geçip mutfağın hemen yanından ilerlemem gerekiyordu, ben de annemin mutfakta zift gibi kahvesini yudumluyor olacağını biliyordum.

Ben pek sabah insanı sayılmazdım, ama bunun sebebi saat erken olduğu için değil, sabahın köründe konuşacak pek bir şeyim olmadığı içindi.

Afyonum henüz patlamamışken, insanların nasıl bu denli erken saatlerde konuşacak bu kadar çok şeyi olduğunu asla anlayamıyordum.

Kapıdan gizlice çıkmak için elimden gelenin en iyisini yaparken radyonun arka planda sessizce çaldığını duyabiliyordum.

Anneme baktığımda onun dehşete kapılmış halde olduğunu gördüm. Olduğum yerde donup kalarak radyoda söylenenleri anlamaya çalıştım.

“Anne? Sorun ne?” diye sordum alacağım cevaptan korkarak.

Annem yavaşça dönüp bana baktığında gözleri şoktan fal taşı gibiydi ve ağzı açık kalmıştı. Onu o anda rahatsız eden şeyi hafızasından silebilirmiş gibi elini nazikçe yüzünde gezdirdi.

“Ben... İnanamıyorum. Harold McGrath ölmüş,” diye mırıldandığında gözlerinin dolduğunu görebiliyordum.

Bir ürperti hissetmemle tüm tüylerimin diken diken olması bir oldu.

“Ne? Ne oldu?” dedim ne olduğunu öğrenmek istediğimden emin olamayarak.

Bu yalnızca bir kalp krizi olamazdı, eğer öyle olsaydı annem bu şekilde tepki vermezdi, bu daha kötü bir şey olmalıydı.

İki yanağından akan birkaç damla gözyaşını silerek hafifçe burnunu çekti.

“Polis Clarrens, ‘kasıtlı öldürme’ olduğunu söyledi. Adeta bir hayvanın Harold’a saldırmış gibi göründüğünü ekledi.”

“Ancak ölüm anında mı yoksa sonrasında mı parçalandığı tespit edilememiş. Ama halkın koruyucu önlemler için dağdan uzak durmalarını söylüyorlar,” dedi annem kıyafetlerime bakarak.

Adanın kenarında, annemin yanındaki boş bar taburesine oturmaya yönelirken, “Dağın bununla ne ilgisi var?” diye sordum.

Annem içini çekti. “Görünüşe göre Harold gece yürüyüşe çıkmaya karar verince bu olay orada yaşanmış.”

Duyduklarıma inanamayarak başımı iki yana salladım.

Bu sadece bir tesadüf olamazdı. Onca zamandan sonra Aaron Jachtel, Jess amcasının öncesinde haberi bile olmadan birdenbire kasabaya gelmeye karar vermişti.

Sonra da en sevdiği üzüm suyunun artık üretilmediğini öğrenmişti, ki bu o kadar da büyük bir mesele olmamalıydı.

Ve dağla ilgili hemen hemen herkesi sorguya çekmişti. Ve şimdi, bu aptal üzüm suyunun üretildiği bağın sahibi Harold McGrath aniden ölüvermişti.

Cinayet, hayvan saldırısı... Sakin köyümüz Bon Resi'de neler oluyordu?

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok